YÂ-SÎN SÛRESİ

 

-1-

يس

Yâ sîn.

Yâ sin : ey insan, sıfatlarla bürünmüş, halk, özünü anlayan, kemalat sahibi

 

1- Ey kendindeki özü anlayan!

 

-2-

وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ

Vel kuranil hakîm

Ve el kuran : kuran, tüm kâinat kitabı, okunan şey,
el hakim: her şeye hâkim olan, hüküm ve hikmet sahibi

 

2- Tüm kâinat kitabına hâkim olanı anlayan.

 

-3-

إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ

İnneke leminel murselîn

inneke le: muhakkak ki sen, elbette,
min el murselin: irsal olan, açığa çıkan, gönderilen, hakikati gösteren

 

3- Muhakkak ki sen, elbette hakikatleri anlatmak için açığa çıktın.

 

-4-

عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Alâ sırâtın mustekîm

Alâ sıratın mustekim: Dosdoğru hakkın yolu üzeresin, tüm yolların bir yola çıkması

 

4- Dosdoğru hakkın yolu üzeresin.

 

-5-

تَنزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ

Tenzîlel azîzir rahîm

Tenzile : bir şeyin bir miktarının açığa çıkması, indirilen, gelen, her varlık
el aziz : tüm değerlerin yüce sahibi,
el rahim : rahim, özünden var eden,

 

5- Açığa çıkan her varlık; tüm değerlerin yüce sahibindendir, tüm varlığı özünden varedendendir.

 

-6-

لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ

Li tunzire kavmen mâ unzire âbâuhum fe hum gâfilûn

Li tunzire : uyarman için, hakikati açıklamak,
kavmen : insanlar, kimseler, topluluk,
Ma unzire : uyarılmamış, hakikatler açıklanmamış,
abau hum : ataları, onların ataları,
fe hum gafilun: böylece, artık, onlar gafil olanlar, farkında olmayan

 

6- Ataları tarafından hakikatler hakkında uyarılmamış, bundan dolayı bir gaflet içinde olan kimselere, hakikatleri açıklayıp uyarma içinde ol.

 

-7-

لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

Lekad hakkal kavlu alâ ekserihim fe hum lâ yuminûn

Lekad hakka : andolsun, doğrusu, hakikatler, hakk, gerçekler
el kavlu: söz, hakikatlerin sözleri, tarif, itikat, sözleşme,
Ala ekseri him: onların çoğu
Fe hum la yuminune : yinede, fakat, onlar, inanmadılar, iman etmezler

 

7- Doğrusu onların çoğuna hakikatler tarif edildi. Fakat onlar inanmadılar.

 

-8-

إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلاَلاً فَهِيَ إِلَى الأَذْقَانِ فَهُم مُّقْمَحُونَ

İnnâ cealnâ fî anâkıhim aglâlen fe hiye ilel ezkâni fe hum mukmehûn

İnnâ cealna : biz, kıldık, yaptık, sunduk, hakikatleri sunduk
Fi anakı him : benliklerine bağlı, boyun,
aglalen: halka, zincir, pranga, koyu bağlılık,
fe hiye ila el ezkani : o, çene, boyun, yönünü dönmeme, yönelmeme
fe hum : böylece onlar,
mukmehun: gözlerini kapatıp başlarını kaldıran, asi olan

 

8- Muhakkak ki Biz onlara tüm varlıktan hakikatleri sunduk. Ancak onlar kendi benliklerine bağlı kaldılar, hakikatlere yönelmediler, böylece onlar gözlerini hakikatlere kapattılar, asi davrandılar.

 

-9-

وَجَعَلْنَا مِن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ

Ve cealnâ min beyni eydîhim sedden ve min halfihim sedden fe agşeynâhum fe hum lâ yubsırûn

ve cealna : kıldık, yaptık, sunduk,
min beyni eydihim: elleri arası, önlerine,
Sedden : bir set, engel, perde, ayırıcı,
ve min halfihim : arkası, geçmiş, cehalet bilişleri, eski bildikleri,
sedden: bir set, ayırıcı, engelleyici, perde,
fe agşey na hum: sonrada, perdelemek, uzaklaşmak, örtü, biz, onlar
fe hum lâ yubsırûne: böylece onlar, bakıp göremezler, anlayamadılar,

 

9- Hakikatleri sunduğumuz halde, onlar geçmişlerindeki engelleyici o cehalet bilişlerini önlerine engelleyici olarak koydular, sonrada onlar Bizi anlamaktan uzaklaştılar, böylece onlar bakıp ta göremediler.

 

-10-

وَسَوَاء عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

Ve sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yuminûn

ve sevâun aleyhim : aynıdır, değişmez, durum, eşit, onlar, o halde olan,
E enzerte-hum: onları uyarsan, açıklayıp uyarmak, onlar
Em lem tunzir-hum: ya da, açıklayıp uyarmasan da, onlar,
la yuminune: iman etmezler, inanmazlar

 

10- O halde olanlara hakikatleri açıklayıp uyarsan da ya da uyarmasan da bir şey değişmez, onlar inanmazlar.

 

-11-

إِنَّمَا تُنذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ

İnnemâ tunziru menittebeaz zikre ve haşiyer rahmâne bil gayb fe beşşirhu bi magfiretin ve ecrin kerîm

İnnemâ tunziru : ancak, sadece, uyarma, açıklayıp uyarmak,
Men ittebea : kim, kimse, tabi olur, uyar, takip eder,
el zikre: zikir, anmak, anlatmak
ve haşiye : huşu, huzur, sevgi, saygı,
el rahman: rahman, tüm varlığı nuruyla saran, rahmetiyle saran
bi el gaybi: gayb, görünmeyen bilinmeyen âlem, gizli olan,
Fe beşşir hu : böylece, müjde, doğru haber veren, sevindirmek,
bi magfiretin: kirli olmayanla temizlenmek, bağışlanmak, mağfiret,
ve ecrin kerim: ecir, karşılık, yüce, üstün

 

11- Sen sadece hakikatleri anlamaya tâbi olan ve görünmeyen bilinmeyen âlemin sahibi olan Rahmana karşı saygılı olan kimseye, hakikatleri açıklayıp uyarabilirsin. İşte böylece o, hakikatlerin sevinci içindedir, temizlenmenin ve yüce bir karşılığın içindedir.

 

-12-

إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ

İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ve nektubu mâ kaddemû ve âsârehum ve kulle şeyin ahsaynâhu fî imâmin mubîn

İnna nahnu nuhyi : muhakkak ki biz, hayat vereniz, hay olanız,
el mevta: nutfe, ölüm, verimsiz,
ve nektubu : yazmak, neler var,
ma kaddemu: ne, şey, derece, makam, aşama, adım, ileri
ve asare hum : eserler, iz, etki, onlar, belirti
ve kulle şeyin : bütün her şey,
ahsaynahu: sayılan, kaydedilen, kaydederiz, o
Fi imamin : içinde, önder, rehber, yol gösterme, uyulan,
mubin: apaçık, açıkça

 

12- Muhakkak ki Biz nutfeden hayat vereniz. Nutfede ne yazılı ise aşama aşama ortaya çıkar ve onlar izler bırakır. Bütün her şeyi gelecekte yol göstermek için apaçık kaydederiz.

 

-13-

وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلاً أَصْحَابَ الْقَرْيَةِ إِذْ جَاءهَا الْمُرْسَلُونَ

Vadrıb lehum meselen ashâbel karyeh iz câe hel murselûn

ve edrıb lehum : çarpmak, vurgulama, anlat, onlar
meselen: misal, mesele, olayları, örnekleri,
Ashâbe el karyet: halk, sahipleri, şehir, köy, kasaba,
İz cae ha : geldiğinde, o,
el murselin: hakikatleri anlatan, görevli, açığa çıkan,

 

13- Onlara köy sahiplerinin meselesini anlat: Hani onlara hakikatleri anlatan kimseler gelmişti.

 

-14-

إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا إِنَّا إِلَيْكُم مُّرْسَلُونَ

İz erselnâ ileyhimusneyni fe kezzebûhumâ fe azzeznâ bi sâlisin fe kâlû innâ ileykum murselûn

iz ersel nâ ileyhim : irsal, açığa çıkmak, hakikatlerimizi sundu, onlara,
isneyni: ikisi,
Fe kezzebû-humâ: fakat, yalanladılar, onları
Fe azzeznâ bi : sonra, yüce, güçlü, kuvvetli, destek,
salisin: üçüncü, birleştiren,
Fe kalu inna ileykum : dediler, biz, size,
murselun: irsal eden, açığa çıkaran, ortaya çıkan, anlatan,

 

14- İkisi onlara hakikatlerimizi sundu. Fakat onları yalanladılar. Sonra da üçüncüsü Bizi daha güçlü delillerle anlattı. Onlar: Biz size hakikatleri açıklamak için ortaya çıktık, dediler.

 

-15-

قَالُوا مَا أَنتُمْ إِلاَّ بَشَرٌ مِّثْلُنَا وَمَا أَنزَلَ الرَّحْمن مِن شَيْءٍ إِنْ أَنتُمْ إِلاَّ تَكْذِبُونَ

Kâlû mâ entum illâ beşerun mislunâ ve mâ enzeler rahmânu min şeyin in entum illâ tekzibûn

Kâlû ma entum : dediler, siz değilsiniz,
İlla beşer mislu-nâ : ancak, sadece, beşer, insan, bizim gibi, aynı,
ve mâ enzele : indirmedi, sunmadı, bildirmedi, getirmedi,
el rahman: Rahman, tüm varlığı nuruyla saran,
min şeyin : bir şey
İlla entum tekzibûne: sadece siz, yalan söylüyorsunuz

 

15- Dediler ki: Siz sadece bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz ve Rahmandan bir şey de indirmediniz. Sizler ancak yalan söylüyorsunuz.

 

-16-

قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ

Kalû rabbunâ yalemu innâ ileykum le murselûn

Kalû rabbuna : dediler, rabbimiz,
yalemu: ilmiyle var eden, ilmin sahibi,
İnna ileykum : biz, size,
le murselin: elbette, irsal eden, açığa çıkaran, ortaya çıkan, anlatan,

 

16- İlmin sahibi olan Rabbimizdir, biz sizlere elbette hakikatleri anlatmak için açığa çıktık, dediler.

 

-17-

وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ

Ve mâ aleynâ illel belâgul mubîn

ve ma aleyna illa: biz değiliz, ancak, sorumlu, üzerimize düşen
El belagu : tebliğ, bildirmek, açıklamak,
el mubin: apaçık, açıkça,

 

17- Ve bizim sorumluluğumuz apaçık tebliğ etmekten başka bir şey değildir.

-18-

قَالُوا إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِن لَّمْ تَنتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُم مِّنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ

Kâlû innâ tetayyernâ bi kum le in lem tentehû le nercumennekum ve le yemessennekum minnâ azâbun elîm

Kâlû inna : dediler, muhakkak,
tetayyerna bikum: uğursuz, meşakkat, müşküller, sizden
Le in lem tentehû: elbette, eğer vazgeçmezseniz
Le nercume enne kum : elbette, uzaklaştırırız, taşlarız, kovarız, siz
Ve le yemesse enne kum : elbette, dokunmak, temas etmek, size,
minna azabun elim: bizden, sıkıntı, eziyet, elim, acı

 

18- Dediler ki: Biz sizler yüzünden uğursuzluğa uğradık, eğer vazgeçmezseniz elbette biz sizi kovar uzaklaştırırız ve elbette bizden sizlere acı sıkıntılar dokunur.

 

-19-

قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِن ذُكِّرْتُم بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ مُّسْرِفُونَ

Kâlû tâirikum meakum e in zukkirtum bel entum kavmun musrifûn

Kâlû tairi kum : dediler, sıkıntı, uğursuz, kuş, siz,
mea kum: sizinle beraber, kendinizde
E in zukkirtum: velev, kaldı ki, öyle ki size hatırlatıldı
Bel entum kavmun : hayır, bilakis, siz, kavim, kişi, insan, kimseler,
musrifun: haddi aşan, aşırı giden, savruk, israf,

 

19- Sizin uğursuzluğunuz sizin kendinizdendir, hakikatler size hatırlatıldığı halde, bilakis siz haddi aşan kimselersiniz, dediler.

 

-20-

وَجَاء مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ

Ve câe min aksal medîneti raculun yesâ kâle yâ kavmittebiûl murselîn

ve câe : geldi,
Min aksa el medinet: uzak bir yer, şehir, medeniyet,
Raculun : bir adam, ileri gelen, bilgili,
yesa : koşmak, hızla,
kale ya kavmi: dedi, ey kavmim, insanlar,
İttebiu : tâbi olun, uyun, inanın,
el murselin: irsal eden, açığa çıkaran, ortaya çıkan, anlatan,

 

20- Ve şehrin uzak bir yerinden bilgili biri koşarak geldi. Dedi ki: Ey kavmim! Hakikatleri anlatmak için açığa çıkanların anlattıklarına uyun.

-21-

اتَّبِعُوا مَن لاَّ يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُم مُّهْتَدُونَ

İttebiû men lâ yeselukum ecren ve hum muhtedûn

İttebiû : tâbi olun, uyun, takip edin, ardında durun,
men la yesele kum : kim, kimse, istemeyen, almayan, siz
ecir: ücret, karşılık, menfaat,
ve hum muhtedune : onlar, sizi hakikatlere yönlendiriyorlar

 

21- Siz, hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun. İşte onlar sizi hakikatlere yönlendiriyor.

 

-22-

وَمَا لِي لاَ أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Ve mâ liye lâ a’budullezî fataranî ve ileyhi turceûn

ve ma liye la abud : neden, niçin, olamayayım, yok, kulluk,
Ellezi fatara-ni : ki o, o ki, yarattı, var etti, beni,
ve ileyhi turceun: ona, aslınız, özünüz, döndürüleceksiniz

 

22- Ki O beni yaratana karşı kulluk şuurumdan neden uzaklaşayım ve aslımız olan O’na döneceğiz.

 

-23-

أَأَتَّخِذُ مِن دُونِهِ آلِهَةً إِن يُرِدْنِ الرَّحْمَن بِضُرٍّ لاَّ تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلاَ يُنقِذُونِ

E ettehızu min dûnihî âliheten in yuridnir rahmânu bi durrin lâ tugni annî şefâatuhum şeyen ve lâ yunkızûn

e ettehızu min dunihi : edinir miyim, ondan başka,
alihete: ilah, çıkar için sarılan,
in yurid ni : isteğim, arzum,
el rahman : nuruyla saran, rahmetiyle saran,
bi dar: bir müşkül, darlık, sıkıntı,
la tugni anni : gidermez, fayda vermez, benden,
şefaatuhum şeyen: şefaat, koruyuculuğu, iyileştiren, onlar, hiçbir şey
ve la yunkizu ni: ve yok, kurtuluş, selamet, felah, necat, beni

 

23- Benim isteğim O’ nun rahmetidir. Ben O’ nu bırakıp ilahlar edinmem. Bir müşkilim olsa onlar gideremez, hiçbir şeye şefaatleri de olmaz ve bizi kurtuluşa da ulaştıramazlar.

-24-

إِنِّي إِذًا لَّفِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ

İnnî izen le fî dalâlin mubîn

İnnî izen : muhakkak, ben, aksi durumda,
le fi dalal mubin: dalalet içinde, cehaletine sapan, apaçık

 

24- Aksi durumda ben apaçık hakikatleri bırakıp, kendi cehaletine sapanlardan olurum.

-25-

إِنِّي آمَنتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ

İnnî âmentu bi rabbikum fesmeûn

İnni amentu : ben, iman ettim, inandım,
bi rabbi kum: rab, sizi, vücudlandıran,
Fe ismeu ni: artık, bundan sonra, beni dinleyin,

 

25- Sizi de vücudlandıran O’dur, ben O’na iman ettim. Artık beni dinleyin.

 

-26-

قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ

Kîled hulil cenneh kâle yâ leyte kavmî yalemûn

Kile udhuli : denildi, dahil oldun, içeri girmek
cennet: cennet, huzur, bahçe
Kale ya leyte kavmi : dedi, keşke kavmim,
yalemun : bilen, ilmin sahibini bilen,

 

26- Ona: Huzura dahil olanlardansın, denildi. Dedi ki: Keşke kavmimde hakikatleri bilseydi.

 

-27-

بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ

Bimâ gafere lî rabbî ve cealenî minel mukremîn

Bimâ gafere li rabbi: olduğu, bağışlayan, rabbim
ve cealeni : kıldı, düzenledi, ben,
min el mukremin : ikram, donatmak, veren, ihsan eden,

 

27- Rabbimin mağfiret sahibi olduğunu ve bizi sıfatlarıyla donattığını anlasalardı.

-28-

وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ مِن بَعْدِهِ مِنْ جُندٍ مِّنَ السَّمَاء وَمَا كُنَّا مُنزِلِينَ

Ve mâ enzelnâ alâ kavmihî min badihî min cundin mines semâi ve mâ kunnâ munzilîn

ve ma enzelna : göndermedik, vermedik, sunmadık, ortaya koyma,
ala kavmihi: üzerine, için, karşı, kavmi, kimseler, topluluk, o,
min badi-hi: ondan sonra, sonra,
min cundun: ordu, kuvvet, güç, tüm varlık,
min el semâi: semadan, gökten, ulvi alem
ve ma kunna munziline: değiliz, indiren, veren, sunan, bir menzilde yol aldıran

 

28- O kavmin üzerine hakikatlerden başka bir şey sunmadık. Sonra tüm varlığın bir ulviyet taşıdığını bildirdik ve başka bir şey de sunmadık.

 

-29-

إِن كَانَتْ إِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ

İn kânet illâ sayhaten vâhıdeten fe izâ hum hâmidûn

in kanet : ancak, böylece, oldu,
sayhatan : kudretli ses, çağırış, ilahi ses, sohbet, azap,
vahideten: bir, birliği gösteren,
Fe iza hum hamidune: fakat, onlar, sönen, pasif, hareketsiz, ölü gibi

 

29- Doğrusu onlara tüm varlıktaki birliği gösteren o kudretli ses sunuldu. Fakat onlar o hakikati anlamada ölü gibi pasif davrandılar.

 

-30-

يَا حَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَأْتِيهِم مِّن رَّسُولٍ إِلاَّ كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون

Yâ hasreten alel ıbâd mâ yetîhim min resûlin illâ kânû bihî yestehziûn

ya hasreten : vah, yazık, ayrılık, hasret, ayrı düşme,
ala el abid: için, hakkında, kulluk hakikati,
ma yeti him : onlara gelmedi,
min resul: hakikati gösteren biri, hakikati anlatan,
İlla kanu bihi yestehziûne: ancak, onunla alay ediyorlar, onu önemsememe

 

30- Kulluk hakikatini anlayamayıp kendilerini ayrılığa düşürenlere; hakikati anlatan biri onlara gelmesin ki, onlar sadece onunla alay ederlerdi.

-31-

أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّنْ الْقُرُونِ أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لاَ يَرْجِعُونَ

E lem yerev kem ehleknâ kablehum minel kurûni ennehum ileyhim lâ yerciûn

e lem yerev kem : görmediler mi, nice, nasıl,
ehlek na: helak, yazık olma, yazık etme, biz,
kable-hum : onlardan önce, onlara yakın olan,
min el kuruni: nesiller, asır, aynı asırda, yüzyıl,
Enne hum ileyhim : doğrusu, artık, onlar, onlara,
la yerciûne: dönmezler

 

31- Onlardan önceki nice nesillerden de, Bizi anlayamayıp helak olup gidenleri görmediler mi? Doğrusu artık onlar da onlar gibi hakikatleri bırakıp dönmesinler.

 

-32-

وَإِن كُلٌّ لَّمَّا جَمِيعٌ لَّدَيْنَا مُحْضَرُونَ

Ve in kullun lemmâ cemîun ledeynâ muhdarûn

ve in kullun : ancak, şüphesiz, bütün hepsi,
la ma cemiun: olamadılar, toplanma, birlik, bütünlük,
Ledeyna muhdarun: bizim, hazırlanmış, hazır bulunma, ileri çıkma, var olan her şey

 

32- Şüphesiz onların hepsi, var olan her şeyin Bizim birliğimizi gösterdiğini bilemediler.

 

-33-

وَآيَةٌ لَّهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ

Ve âyetun lehumul ardul meyteh ahyeynâhâ ve ahrecnâ minhâ habben fe minhu yekulûn

ve ayetun lehum : bit ayet, delil, işaret, onlar, her şey,
el arda: yeryüzü, toprak
el meytetu : ölü, nutfe, verimsiz,
ahyeyna ha: hayat veren biz, ona
ve ahrecnâ minha: çıkarttık, ondan,
habben: tanelerden, tohumlardan,
Fe min hu yekulune: böylece, ondan beslenirler, yararlanırlar,

 

33- Yeryüzü onlar için bir ayettir. Biz orada nutfelerden hayat vereniz ve ondan bitkiler, daneler çıkartırız. Böylece onlardan beslenirler.

-34-

وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِن نَّخِيلٍ وَأَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا فِيهَا مِنْ الْعُيُونِ

Ve cealnâ fîhâ cennâtin min nahîlin ve anâbin ve feccernâ fîhâ minel uyûn

ve cealna : kıldık, yaptık, sunduk,
fiha cennetin : orada bahçeler, huzur, cennet,
min nahilin ve anabin: hurmalıklar ve üzüm bağları
ve feccerna : çıkardık, şafak, doğuş, kaynak,
fiha minel ayn: orada, aynılıklar, pınar, ayniyet, göz, benzer, eş

 

34- Biz orada hurmalıklardan ve üzüm bağlarından bahçeler yaptık ve orada pınarlar çıkarttık.

 

-35-

لِيَأْكُلُوا مِن ثَمَرِهِ وَمَا عَمِلَتْهُ أَيْدِيهِمْ أَفَلَا يَشْكُرُونَ

Li yekulû min semerihî ve mâ âmilethu eydîhim e fe lâ yeşkurûn

li yekulu : beslensinler, yarar, fayda,
min semeri hi: beslensinler, meyvelerinden, ürünler
ve ma amilet hu : değil, yapmak, işlemek, amel
Eydi him: elleri, güçleri, onların işlemeye gücü
E fe la yeşrukune : o halde, şükretmezler, nimetlerin sahibini bilip teslim etme

 

35- Orada ürünlerden beslensinler. Onların ellerini hareket ettiren gücün onların olmadığını bilsinler. Hâlâ nimetlerin sahibini bilip teslim etmezler mi?

 

-36-

سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ

Subhânellezî halakal ezvâce kullehâ mimmâ tunbitulardu ve min enfusihim ve mimmâ lâ yalemûn

subhan ellezi : noksan sıfattan münezzeh, her şey onunla, ki o
halakal ezvac: halk eden, yaratan, var eden, çeşit çeşit, tür, cins, eş
kulleha : onun hepsi,
mimma tunbit el ard : nesne, şeyler, yetişme, ortaya çıkma, yeryüzü
ve min enfusi-him : onların nefisleri, varlıkları, kendilerini
ve mimmâ la yalemu: şeyler, nesne, bilemiyorlar

 

36- Ki O’dur noksan sıfatlardan münezzeh olan, çeşit çeşit yaratan, yeryüzünde ki bütün her şeyi ortaya çıkaran. Onlar kendilerinin ve bütün her şeyin sahibini bilemiyorlar.

-37-

وَآيَةٌ لَّهُمْ اللَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَإِذَا هُم مُّظْلِمُونَ

Ve âyetun lehumul leyl neslehu minhun nehâre fe izâ hum muzlimûn

ve ayetun lehum : bir ayet, delil, işaret, onlara,
el leyl: gece
Neslehu min hu : çekilme, çekeriz, alırız, soymak, geri, ondan,
el nehar: gündüz, aydınlık, ışık,
Fe iza hum muzlimun: böylece, o zaman, onlar karanlıklarda kalır

 

37- Gece de onlar için bir ayettir. Ondan aydınlığı çekeriz böylece onlar karanlıkta kalırlar.

 

-38-

وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَّهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ

Veş şemsu tecrî li mustekarrin lehâ, zâlike takdîrul azîzil alîm

ve el şems terci : güneş, akar gider,
li mustekar: bir karar, istikrar, bir düzen içinde
Lehâ zalike takdir: ona, işte, bu takdir, değeri, önemi, gerekliliği
El aziz : tüm değerlerin yüce sahibi,
el alim: ilmiyle var eden, ilmin sahibi,

 

38- Güneş bir düzen içinde akar gider. İşte bu tüm değerlerin yüce sahibi, ilmiyle varedenin takdiridir.

 

-39-

وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ

Vel kamere kaddernâhu menâzile hattâ âdekel urcûnil kadîm

ve el kamere : kamer, ay,
Kadder na hu : bir ölçü ile, evre, bir takdir, biz, o,
menâzile : menzil, mesafe, bir menzil,
hatta ade ke: hatta, döndü, gibi,
El urcuni : meyletmek, eğilmek, yay,
el kadim : eski hâli, asli hâli, ulaşan, varan

 

39- Ay da bir menzil içinde ölçümüzle hareket eder. Hatta bir yay gibi görünüp sonra asli haline döner.

-40-

لَا الشَّمْسُ يَنبَغِي لَهَا أَن تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ

Leş şemsu yenbegî lehâ en tudrikel kamere ve lel leylu sâbikun nehâr ve kullun fî felekin yesbehûn

la el şems : güneş olmaz,
yengebi leha : olmalı, gerekli, durumu, ona
en tudrike el kamer: erişmek, yakalamak geçmek, yetişmek, ay, kamer
ve la el leyl : gece olmaz,
sabik el nehar : öne geçen, gündüz
ve kullun : bütün hepsi,
fi felek : gökyüzü, sema, gökte olan her şeyin gezdiği âlem
yesbehun: seyreder, yüzer

 

40- Güneşin aya erişmesi gibi bir durumu olmaz ve gecenin de gündüzü geçmesi olmaz. Bütün hepsi bir yörüngede seyreder gider.

-41-

وَآيَةٌ لَّهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ

Ve âyetun lehum ennâ hamelnâ zurriyyetehum fîl fulkil meşhûn

ve ayetun lehum : ayet, delil, işaret, onlar,
Enna hamelna: nasıl, ne şekilde, taşıdık, yürüttük, aktardık
zurriyet hum: zürriyet, döl, nesil, gen aktarımı, onları,
Fi el fulki : gemi, kayık, genler, sonsuzluk, gen sistemi
el meşhun: dolu, dopdolu bilgi, yüklü,

 

41- Onların zürriyetlerini dopdolu bilgilerle bir gen sistemi içinde taşıyıp aktarmamız da onlar için ayettir.

 

-42-

وَخَلَقْنَا لَهُم مِّن مِّثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ

Ve halaknâ lehum min mislihî mâ yerkebûn

ve halakna lehum: halkettik, onları
Min mislihi : onun benzerini, benzer özellikleri,
ma yerkebun: binmek, yolculuk, sürüp gelen, devam eden

 

42- Onların benzer özelliklerini devam ettirecek bir şekilde onları halkettik.

-43-

وَإِن نَّشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلَا صَرِيخَ لَهُمْ وَلَا هُمْ يُنقَذُونَ

Ve in neşe nugrıkhum fe lâ sarîha lehum ve lâ hum yunkazûn

ve in neşe : büyümek, gelişim, yeni doğan,
nugrık hum: gark olma, gizlenme
Fe la sariha lehum : böylece, yok yardımcı, onlar
ve la hum yunkazûne: ve onlar kaydetmek, kurtarılmazlar, kaydedemezler

 

43- Yeni doğanda tüm özellikler gizli kalır. Onlar bu olanlara yardımcı olan değildir ve onlar tüm bunları kaydeden de değildir.

 

-44-

إِلَّا رَحْمَةً مِّنَّا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ

İllâ rahmeten minnâ ve metâan ilâ hîn

İllâ rahmeten minna: ancak, hariç, vardır, rahmet, bizim
ve metaan : fayda, yarar, yaşam, rahatlık, çıkar,
ila hin: ancak, sadece, belli bir zaman, süre,

 

44- Bütün bunlar ancak Bizim rahmetimizledir ve yaşamdan yararlanmanız da ancak belli bir süredir.

 

-45-

وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ أَيْدِيكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

Ve izâ kîle lehumuttekû mâ beyne eydîkum ve mâ halfekum leallekum turhamûn

ve iza kile lehum : söylendi, denildi, onlara
itteku: takva, sakınmak, gafletten sakınmak,
ma beyne eydi-kum: elleriniz arasındaki, önünüzdeki şeyler, gelecek
ve ma halfe kum: arkanızdaki şeyler, geçmiş
Lealle kum turhamun: umulur ki sizler, rahmet, merhamet ulaşırsınız

 

45- Onlara, geçmişiniz ve geleceğiniz hakkında gaflete düşmekten sakının denildi. Umulur ki siz rahmeti anlarsınız.

-46-

وَمَا تَأْتِيهِم مِّنْ آيَةٍ مِّنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ

Ve mâ tetîhim min âyetin min âyâti rabbihim illâ kânû anhâ muridîn

ve ma teti him : gelmez, sunulmaz, onlar
min ayetin: bir ayet, delil, işaret
min ayati rabbi him: ayet, delil, işaret, Rabbin, vücudlandıran,
İlla kanu anha muridin : ancak, fakat, oldu, ondan, yüz çeviren, reddeden,

 

46- Onlara, her an her varlıktan Rabbin delillerinden başka bir delil sunulmaz, fakat onlar hakikatleri görmekten yüz çeviriyorlar.

 

-47-

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ أَنفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنُطْعِمُ مَن لَّوْ يَشَاء اللَّهُ أَطْعَمَهُ إِنْ أَنتُمْ إِلَّا فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ

Ve izâ kîle lehum enfikû mimmâ rezakakumullâhu kâlellezîne keferû lillezîne âmenû e nutimu men lev yeşâullâhu atameh in entum illâ fî dalâlin mubîn

ve iza kile lehum : denildiği zaman, onlara,
enfiku: infak, size verileni verin,
mimma rezakakum allah: şeylerden, rızıklandıran, nimet, lütuf, siz, Allah
kale ellezine keferu: dediler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
li ellezîne amenu : o kimselere, iman eden,
E nutimu : doyuracağız, beslemek, faydalandırmak, taam,
men lev yeşau Allah: kim, kimse, eğer, ister, Allah
atamehu: doyurmak, beslemek, yararlanmak, fayda, o
in entum: eğer, ancak, siz,
illa fi dalal mubin: ancak, dalalet, apaçık

 

47- Onlara, Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden infak edin denildiği zaman, hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler, iman eden kimselere: Biz mi faydalandıralım, eğer Allah isterse o kimseleri faydalandırır, sizler ancak apaçık bir dalalet içindesiniz, derler.

 

-48-

وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Ve yekûlûne metâ hâzel vadu in kuntum sâdikîn

ve yekulune meta : derler, ne zaman
haza el vadu: bu, o, vaad, gerçekleşecek olan, söz,
in kuntum sadıkıne : eğer siz iseniz, doğru sözlü, doğru söyleyen,

 

48- Ve derler ki: Eğer sadıklardansanız o vaad ettiğiniz şeyler ne zaman olacak.

-49-

مَا يَنظُرُونَ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ

Mâ yenzurûne illâ sayhaten vâhıdeten tehuzuhum ve hum yahıssımûn

ma yenzurune : bakıp göremezler, anlayamazlar,
İlla sayhatan vahideten: ancak, den başka, kudretli bir ses, birlik,
tehuzu-hum: onları alır, yakalar, sarılırlar,
ve hum yahıssımun: ve onlar, tartışma içinde, çekişme, kavgalar içinde

 

49- O halde olanlar tüm varlıktaki birliği gösteren o kudretli sesi anlayamazlar. Onlar kendi cehaletlerine sarılırlar ve onların halleri hep kavgalar içinde olmaktır.

 

-50-

فَلَا يَسْتَطِيعُونَ تَوْصِيَةً وَلَا إِلَى أَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ

Fe lâ yestetîûne tavsiyeten ve lâ ilâ ehlihim yerciûn

Fe la yestetiune : artık, yok, güçleri,
tavsiyet: tavsiye, öğüt, vasiyet, hakikatlerin sözlerini öğütleme
ve la ila ehlihim : yok, aile, yakın, sahip, ehli, bilgili, yetkili, onlar,
yerciun: dönen,

 

50- Bundan sonra hakikatlerin öğütlerini anlamaya güçleri de yoktur ve onlar cehaletten dönüp bilgili kimselerde olamazlar.

 

-51-

وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُم مِّنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنسِلُونَ

Ve nufiha fîs sûri fe izâ hum minel ecdâsi ilâ rabbihim yensilûn

ve nufiha : üfürülme, nefes alıp verme,
fi el suri: göğüs, yüksek duvar, engel,
Fe iza hum min el ecdasi: böylece onlara, denildiğinde, vücud, kabir, mezar, suret,
ila rabbi-him : Rab, kendilerini vücudlandıran,
yensilune: koşarlar, kayma, hızla çıkma, gitmek, hareket etme,

 

51- Böylece onlara; suret vücutlarınızı tutan Rabbinizin tecellilerini anlamak üzere hareket edin denildiğinde, onlar göğüslerinin içinde nefes alıp vereni de bilemezler.

-52-

قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَن بَعَثَنَا مِن مَّرْقَدِنَا هَذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمَنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ

Kâlû yâ veylenâ men beasenâ min merkadinâ hâzâ mâ vaader rahmânuve sadakal murselûn

Kalu ya veyle na: derler, gerçeği anladıklarında vah olsun bize
Men bease-na: kim, diriltti, kaldırmak, diri olan, beas, biz, kendimiz
min merkadi-na: uykuya bırakıldığımız yerden, uyku halindeymişiz
Haza ma vaade : bu, şey, değil, ne, söz, vaat, açığa çıkan,
el rahman: Rahman, rahmet, varlığı nuruyla saran,
ve sadaka : doğru söyleyen, gerçek, bağlı, sadık,
el murselin: hakikati anlatanlar, görevlendirilmiş

 

52- Gerçeği anladıklarında derler ki: Vah olsun bize! Kendimizde diri olanı anlayamamışız, hep gaflet uykusunda kalmışız, hakikatlerin sözleri rahmetten başka bir şey değilmiş, hakikatleri anlatanlar doğru söylemişler.

 

-53-

إِن كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَّدَيْنَا مُحْضَرُونَ

İn kânet illâ sayhaten vâhıdeten fe izâ hum cemîun ledeynâ muhdarûn

İn kanet : eğer, ancak, oldu, olan,
İlla sayhaten : var, ancak, kudretli ses, çığlık,
vahidet: bir olan, tek, birliği gösteren,
Fe iza hum cemiun: böylece, olduğunda, onlar, toplandığı, birlik, bütünlük,
Ledeyna muhdarun: bizim, hazırlanmış, hazır bulunma, ileri çıkma, varolan her şey

 

53- Eğer onlar; tüm varlıktan birliği gösteren o kudretli sesi anlasalardı, elbette onlar varolan her şeyin Bizim birliğimiz olduğunu anlarlardı.

 

-54-

فَالْيَوْمَ لَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَلَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

Fel yevme lâ tuzlemu nefsun şeyen ve lâ tuczevne illâ mâ kuntum tamelûn

Fe el yevme : artık, böylece, işte o vakit, zaman,
la tuzlemu : zulüm yok, mağdur olmaz, şikâyet, zulüm, kötülük
Nefsun şeyen: nefis, kimse, kişi, şey, şeyde,
ve la tuczevne: karşılık yok,
İllâ ma kuntum tamelun: den başka, siz değilsiniz, yaptığınız şeyler, amelleriniz

 

54- İşte onlar hakikati anlasalardı, hiçbir zaman hiçbir şekilde kimseye kötülük içinde olmazlardı. Yaptığınız şeylerden başka size bir karşılık yoktur.

-55-

إِنَّ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِي شُغُلٍ فَاكِهُونَ

İnne ashâbel cennetil yevme fî şugulin fâkihûn

İnne ashab : muhakkak ki, şüphesiz, ehil, sahip, halk, kimse
el cennet el yevm: cennet, huzur, gün, vakit, zaman,
Fî şugulin : içinde, dolu, yoğun, meşgul, uğraşlar, gayret,
fakihun: hoşnut, kemalât zevkinde, bilgi sahibi

 

55- Şüphesiz hakikatlerin bilgisine sahip olanlar, her zaman hakikatlerin meşguliyetindedirler ve her zaman huzurlu olan kimselerdir.

 

-56-

هُمْ وَأَزْوَاجُهُمْ فِي ظِلَالٍ عَلَى الْأَرَائِكِ مُتَّكِؤُونَ

Hum ve ezvâcuhum fî zılâlin alel erâiki muttekiûn

Hum ve ezvacu hum : onlar ve onlara aynı yolda olanlar, eş, cins, tür,
fi zilal: gölgelik içinde, rahatlama
ala el eraiki : yüce makamlar, tahtlar üzerinde,
muttekiun: yaslanmış, dayanmış, rahatlık, kemalâtın huzuru

 

56- Onlar ve onlarla aynı yolda olanlar, yüce makamların rahatlığında ve kemalâtın huzurundadırlar.

-57-

لَهُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُم مَّا يَدَّعُونَ

Lehum fîhâ fâkihetun ve lehum mâ yeddeûn

Lehum fiha fakihetun: onlar, orada, kemalât zevkinde, bilgili,
ve lehum ma yeddeun: onlar, ne isteyen, arayan, iddia, talep,

 

57- Onlar hakikatlerin bilgisine sahiptirler ve onlar aradıkları hakikatlere kavuşmuşlardır.

-58-

سَلَامٌ قَوْلًا مِن رَّبٍّ رَّحِيمٍ

Selâmun kavlen min rabbin rahîm

Selamun kavlen: selam, barış, sözleri
Min rabbi : rabbi, vücudlandıran,
rahim: halkı haktır tutan, haktır zahir olan, öz olan, özünden var eden

 

58- Sözleri barış ve huzur üzerinedir. Hakk zahir zevkiyle, her an Rabb şuurundadırlar.

-59-

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

Vemtâzûl yevme eyyuhel mucrimûn

ve imtazu : ayrılmak, temyiz, çekilmek, uzak dur,
el yevme: zaman, vakit, gün
Eyyuha el mucrimun : ey, seslenme, fenalarda kalma hâli, günahkâr, suçlu,

 

59- Fenalarda kalanlara, her zaman o hallerinizden uzak durun, diye seslenilir.

 

-60-

أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَا بَنِي آدَمَ أَن لَّا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ

E lem ahad ileykum yâ benî âdeme en lâ tabudûş şeytân innehu lekum aduvvun mubîn

e lem ahad ileykum: ahd, söz verme, koruma, sizler
ya beni ademe: ey Âdemoğulları
en la tabudu : kul olmayın, tapmayın,
el şeytan: şeytani haller, kötülük halleri,
İnnehu lekum aduv mubin: muhakkak ki o, sizin için, düşman, apaçık

 

60- Ey Âdemoğulları! Şeytani hallere kul olmayın, sizler kendinizi o hallerden koruyun. Muhakkak ki o haller sizin için apaçık düşmandır.

 

-61-

وَأَنْ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ

Ve enibudûnî hâzâ sırâtun mustekîm

ve enibuduni : benim kulum, kulum olduğunuzu anlayın,
Haza sıratun mustakim : bu, dosdoğru hakikatin yolu, hakikate giden yol

 

61- Benim kulum olduğunuzu anlayın, dosdoğru hakikate giden yol budur.

-62-

وَلَقَدْ أَضَلَّ مِنكُمْ جِبِلًّا كَثِيرًا أَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ

Ve lekad edalle minkum cibillen kesîrâ e fe lem tekûnû takılûn

ve lekad edalle : doğrusu, dalalet, hakikatten kendi cehaletine sapan
Min kum cibillen kesiran: sizden, dağ, büyüklenme, topluluk, çoğunuz,
E fe lem tekunu takılun: o zaman, olmaz mısınız, hâlâ akıl etmez mi siniz?

 

62- Doğrusu sizlerden çoğunuz hakikatleri bırakıp kendi cehaletinize saptınız. Öyleyse hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?

 

-63-

هَذِهِ جَهَنَّمُ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ

Hâzihî cehennemulletî kuntum tûadûn

Hazihi cehennem : bu cehennem, cehaletin derin kuyusu, yakıcı olan
Elleti kuntum tuadun: ki o siz oldunuz, size vaad edilen, söz edilen

 

63- İşte size söz edilen cehaletin cehennemi budur.

 

-64-

اصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنتُمْ تَكْفُرُونَ

Islevhel yevme bimâ kuntum tekfurûn

Islev ha : o hâle yaslanmak, bulunmak, o halde kalmak,
el yevme: yaslanma, bulunma, o halde olma, o vakit, gün, zaman
Bi ma kuntum tekfurune: sebebiyle, siz oldunuz, hakikatleri göremeyip örtme

 

64- Siz hakikatleri görmemezlikten gelip örttüğünüzden dolayı, her zaman o hâllerde kaldınız.

 

-65-

الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

El yevme nahtimu alâ efvâhihim ve tukellimunâ eydîhim ve teşhedu erculuhum bimâ kânû yeksibûn

el yevme : vakit, gün, zaman, sonuç,
nahtimu: biz, hakikatlerimiz, kapanma, mühürlenme, konuşamama,
ala efvahi-him: ağızlarından, konuşma, hakikatlere kapatma, onlar
ve tukellimu na : kelam, fiil, söz, konuşma, biz,
eydi him: eller, kuvvet, güç
ve teşhedu : şahit, görme, tanık,
erculu hum: ayakları, gittiği yol, yönlendiği
Bima kanu yeksibun: şeyler sebebi, oldu, kazandıkları, yaptıkları şeyler

 

65- İşte o hâlde olanlar; hiçbir zaman hakikatlerimiz hakkında bir şey konuşamazlar, onların ellerini hareket ettiren gücün Bize ait olduğunu göremezler, kendilerinin olduğunu söylerler ve onlar yaptıkları şeyler sebebiyle kendi gittikleri yolu görürler.

 

-66-

وَلَوْ نَشَاء لَطَمَسْنَا عَلَى أَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَأَنَّى يُبْصِرُونَ

Ve lev neşâu le tamesnâ alâ ayunihim festebekûs sırâta fe ennâ yubsırûn

ve lev neşau : eğer, biz, istek, arzu,
la tames na: yok, silmek, silip atmak, izlerini yok etmek, biz
ala ayuni-him : onlar gözler, aynı, ayniyet, asliyet, dikkatle bakmak
fe istebeku : böylece, koşmak, ileri görüş,
el sırat: yol, hakikatin yolu
Fe enna yubsırun : böylece, peki nasıl, bakıp görürler

 

66- Eğer onlar isteselerdi, dikkatlice bakarlar Bizim delillerimizi yok saymazlardı. Böylece hakikatin yolunda koşarlardı. Fakat onlar nasıl görecekler.

 

-67-

وَلَوْ نَشَاء لَمَسَخْنَاهُمْ عَلَى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيًّا وَلَا يَرْجِعُونَ

Ve lev neşâu le mesahnâhum alâ mekânetihim fe mâstetâû mudiyyen ve lâ yerciûn

ve lev neşau : eğer, istek, arzu etmek,
le mesahnahum: elbette, onlar değişme, temizlenme
ala mekaneti-him: mekân, makam, onların bulunduğu yerde
fe ma estetau : değil, ne, güç, imkân, başarı, güçlü,
mudiyyen: ileri gitmek, aydınlık, ışık veren,
Ve la yerciune : yok, geri dönmez, rucu,

 

67- Eğer onlar isteselerdi, elbette Bizi anlayıp cehaletin kirliliğinden temizlenirler ve onlar makamlar üzere olurlardı. O zaman aydınlanmada, ileri gitmede başarılı olurlar ve geri dönmezlerdi

 

-68-

وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ

Ve men nuammirhu nunekkishu fîl halk e fe lâ yakılûn

ve men : o kimse, onu,
nuammir hu: imar, var edip geliştirmek, büyütmek, inşa etmek, o
Nunekkis hu: nakıs, tersine çevirme, yaşlanmak, eksilmek,
fî el halkı : içinde, yaratılışı, halkiyatı, varoluşu,
e fe la yakılune: hâlâ, akıl etmezler mi, düşünmezler mi?

 

68- Onu varedip büyüten Biziz, onu yaşlandıran Biziz. Yaratılışı hâlâ düşünüp akıl etmezler mi?

-69-

وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُّبِينٌ

Ve mâ allemnâhuş şire ve mâ yenbagî lehu in huve illâ zikrun ve kurânun mubîn

ve ma allem na hu : öğretmedik, ilim sunmadık, ona,
el şire: şiar, izler, düstur, ayırıcı özellik, yasa, doğru yol, işaret
ve ma yenbagi lehu: haber, olması gerektiği gibi, üstün, yakışmaz, uymaz, ona
in huve illa zikrun: ancak, sadece, zikir
ve kuranun mubin: Kuran, apaçık, açıklanmış, tüm kâinat apaçık kuran,

 

69- Ona dosdoğru yol olan hakikatlerden başka bir şey öğretmedik ve ona hakikatlerden başkası uygun değildir. Bu ancak hakikatleri hatırlatmaktır ve tüm kâinat apaçık Kuran’dır.

 

-70-

لِيُنذِرَ مَن كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرِينَ

Li yunzire men kâne hayyen ve yehıkkal kavlu alel kâfirîn

Li yunzire : için, hakikatleri açıklayıp uyarmak,
men kane hayyen: kim, kimse, oldu, diri olan, hay olan,
ve yehakka el kavlu: hakk olur, doğru, gerçek, hakikat, söz
Ala el kafirun: üzerine, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler

 

70- Tüm bunlar diri olanı anlamak isteyen kimselere, hakikatleri açıklayıp uyarmak içindir ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin üzerine de haktır bu sözler.

 

-71-

أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ

E ve lem yerev ennâ halaknâ lehum mimmâ amilet eydînâ enâmen fe hum lehâ mâlikûn

E ve lem yerev : bakıp ta görmezler mi?
enna halakna lehum: nasıl, halk ettik, yarattık, var ettik, onları
Mimma amilet : şeyler, nesneler, her varlık, işledi, yaptı, çalıştı,
eydi na: hareket, el, güç, biz, gücümüz, kudretimiz, kuvvet,
enamen: hareket eden, hayvanlar, tüm varlık,
Fe hum leha malikun: böylece, onlar, ona, malik olma, sahip olmak,

 

71- Onları nasıl halk ettiğimizi bakıp ta görmezler mi? Açığa çıkan her varlıktaki işleyiş kudretimizin göstergesidir. Hayvanları da vareden Biziz. Sonra da onlara sahip olursunuz.

-72-

وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ

Ve zellelnâhâ lehum fe minhâ rakûbuhum ve minhâ yekulûn

ve zellelna ha lehum : uysal, itaatkâr, bağlı, tevazulu, biz, boyun eğme onlar
Fe min ha rakubu hum: böylece, ondan, binek, sürme, binip gitmek, onlar
Ve min ha yekulune : ondan, oradan, beslenirler, faydalanmak,

 

72- Bütün o varolanlar Bize bağlıdırlar. Böylece o hayvanlara biner gidersiniz ve onlardan beslenirsiniz.

 

-73-

وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلَا يَشْكُرُونَ

Ve lehum fîhâ menâfiu ve meşârib e fe lâ yeşkurûn

ve lehum fiha menafiu: onlardan, orada menfaat, fayda, yarar,
ve meşaribu: içecek şeyler
E fe la yeşrukune: hâlâ şükretmezler mi? varlığın asıl sahibi bilme, minnettar

 

73- Onlardan faydalanır ve içecek şeyler elde edersiniz. Hâlâ lütufların sahibini bilip teslim etmezler mi?

 

-74-

وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنصَرُونَ

Vettehazû min dûnillâhi âliheten leallehum yunsarûn

ve ittehazu : sığınma, önemseme, edinmek, değer verme, sarılma,
Min duni Allah aliheten: Allah’tan başka, ilahlar, kendi zanlarına göre tapındıkları
lealle-hum yunsarune: umarlar onlar, onlar, yardım eden, yardımcı

 

74- Allah’tan başka ilahlar edinenler, onlardan yardım umarlar.

 

-75-

لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُندٌ مُّحْضَرُونَ

Lâ yestetîûne nasrahum ve hum lehum cundun muhdarûn

la yestetiun : muktedir değil, güçleri yoktur, olamazlar, yapamaz,
narsa hum: yardımcı, onlara
ve hum lehum : onlar, onların, edindikleri ilahların
Cundun : güç, asker, tüm her şey, tüm varlık,
muhdarun: hazır bulunma, önde bulunma, hazırlanmış, hizmet,

 

75- Onlar edindikleri ilahlara karşı tüm her şeyiyle hazır bulunurlar, ama edindikleri ilahların onlara yardım edecek güçleri yoktur.

 

-76-

فَلَا يَحْزُنكَ قَوْلُهُمْ إِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ

Fe lâ yahzunke kavluhum innâ nalemu mâ yusirrûne ve mâ yulinûn

Fe la yahzunke : artık, mahsun etmesin, üzmesin, hüzün, sen,
kavluhum: onların sözleri
İnna nalemu : muhakkak, ilmiyle var eden biziz, ilmin sahibiyiz,
ma yusirrun: gizli olan, görünmeyen, görünen şeyler,
ve ma yulinune: apaçık aleni görünen şeyler

 

76- Bundan sonra onların sözleri seni üzmesin. Muhakkak ki görünen ve görünmeyen her şeydeki ilmin sahibi Biziz.

 

-77-

أَوَلَمْ يَرَ الْإِنسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِن نُّطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُّبِينٌ

E ve lem yerel insânu ennâ halaknâhu min nutfetin fe iza huve hasîmun mubîn

E ve lem yera el insan: görmüyorlar mı, insanı
Enna halakna hu : nasıl, halkettik, yarattık, varettik, o, kendisi,
min nutfete: bir nutfe, öz taşıyan, hücre, zigot,
Fe iza huve : fakat, sonrada, o,
hasım mubin: hasım, ayrı gören, ben benim diyen, açıkça

 

77- İnsan, bir öz taşıyan bir hücreden onu nasıl varettiğimizi bakıp ta görmez mi? Fakat o kendini o özden ayrı görüp, açıkça ben benim der.

 

-78-

وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِي الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ

Ve darebe lenâ meselen ve nesiye halkah kâle men yuhyil izâme ve hiye remîm

ve darebe lena : benzetme, vurma, vurgu, çarpıcı, bize ait,
meselen: mesele, husus, durum,
ve nesiye halka hu: unuttu, o yaratılışını
Kale men yuhyi : dedi, kim, hayy olan, can, diri olan,
el izame: kemik, kurumuş
ve hiye remimun : o dağılıp giden, dağılmış, çürümüş

 

78- Ve o yaratılışını ve Bize ait olan çarpıcı hususları unutur ve der ki: Kuruyup dağılıp gittikten sonra hayat veren kimdir?

 

-79-

قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ

Kul yuhyîhellezî enşeehâ evvele merreh ve huve bi kulli halkın alîm

Kul yuhyi ha ellezi : de, söyle, ona hayat veren, onu
Enşee ha : inşa eden, var eden, bedenlendiren, o,
Evvele : evvel, önce, öncekiler,
merretin: kere, kez, hep
ve huve bi kulli halkın : o, bütün her şey, yaratan, halkeden, vareden,
alimun: ilmiyle var eden, ilmin sahibi,

 

79- De ki: Ki O’dur hayat veren ve öncekileri de bedenlendiren ve O’dur bütün her şeyi ilmiyle vareden.

 

-80-

الَّذِي جَعَلَ لَكُم مِّنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنتُم مِّنْهُ تُوقِدُونَ

Ellezî ceale lekum mineş şeceril ahdarinâren fe izâ entum minhu tûkıdûn

Ellezi ceale lekum : ki o, kıldı, yaptı, var etti, sizi
Min el şecere : bir soydan, ağaç, geldiği yer, asliyet,
el ahdar : yeşil, genç, dirilme, tecelli,
nare: nur, aydınlık, ateş
Fe iza entum minhu : artık, siz, onun, tecelliler,
tukıdun: derman, güç, hal, yakmak, alev

 

80- O sizi bir soydan varetti, bir nur ile diriltti. Böylece siz o tecelliler ile hareket edersiniz.

 

-81-

أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُم بَلَى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ

E ve leysellezî halakas semâvâti vel arda bi kâdirin alâ en yahluka mislehum belâ ve huvel hallâkul alîm

E ve leyse ellezi : o değil midir? ki o
halaka: halkeden, yaratan, oluşturan
es semâvâti ve el ard: gökler ve yer
bi kadirin ala: kudret ile, kadir olan, bütün her şeydeki kudret,
en yahluka : yaratan, yaratmaya,
misle hum : misli, benzeri, gibi, onların
bela: evet
ve huve el hallaku : o, halkeden, vareden,
el alim: ilmin sahibi, ilmiyle var eden

 

81- Gökleri ve yerleri vareden O değil midir? Evet, onların benzerini de varetmeye kudret sahibidir ve O, halkedendir, ilmin sahibidir.

 

-82-

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

İnnemâ emruhû izâ erâde şeyen en yekûle lehu kun fe yekûn

İnnema emru hu : sadece, ancak, işleyen, hüküm, o
İza erade şeyen: irade, ettiği zaman, bir şey
En yekule lehu: der, ona ol
kun fe yekun: ol, oluş, böylece olur, oluşur,

 

82- Bütün varlıkta sadece işleyen O’dur. O bir şeye irade ettiği zaman, ona ol der, böylece olur.

 

-83-

فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu kulli şeyin ve ileyhi turceûn

Fe suhbane ellezi: o noksan sıfattan münezzehtir, her şey onunla,
bi yedi-hi : kuvvet, kudret, kuvveler, o,
meleket : kral, hükümran, güç, kuvve, sahibi,
kulli şeyin: bütün her şey
ve ileyhi turceun: rucu, aslına dönmek, aslınız olan onunla

 

83- Ki O noksan sıfatlardan münezzehtir. O kudrettir. Bütün her şeyin sahibi O’dur ve aslınız olan her an O’nunlasınız.