Konu: HATIRALAR BÖLÜM 15 Babam bizi Pavyona götürüyor. / İsim: Mehmet Ali Hatay 03/07/21 14:32 | |||
HATIRALAR BÖLÜM 15 Babam bizi Pavyona götürüyor. Ortaokul bitirip öğretmen okuluna başlayacağım zamanlar babam, beni, Şerif abiyi ve Mustafa Enişteyi pavyona götürmüştü. Babamın böyle garip işleri olurdu. İlahi baba Şerif abiyi götür ama beni ve damadını pavyona nasıl götürürsün. Güya bizleri hayata alıştırmakmış. Sanki hayatımız pavyonlarda geçecek. Bu pavyon Mersin Atatürk Caddesi'ndeki Gündüz sinemasının hemen yanındaki White Horse yani beyaz at pavyonuydu. Girdik ve bir masaya oturduk. Şerif abi rahat ama ben ve Mustafa enişte sıkıntılıyız. Sağa sola bakarken iki tane bayan geldi. Zannederim babam onları göz işareti ile onları çağırmıştı. Birisi Şerif abinin yanına diğeri de benim yanıma oturdu. Babam bir rakı söyledi, Şerif abi ve Mustafa enişte bira, ben de bir kola söyledim. Kadınlarda votka söylemişlerdi. Hep merak etmiştir Bu kadınlar bu kadar çok içerlerse nasıl oluyor da sarhoş olmuyorlar diye. Daha sonra babam açıklama yaptı kadınlara getirdikleri votka değil soğuk çaymış. Yoksa pavyoncu onlar için votka vermezmiş. Garibanlar çayı votka niyetiyle yudum yudum içiyorlar. Babam beni Fabrikatör olarak tanıttı kendisi de bu fabrikada çalışan muhasebeciymiş Şerif abi ve enişte bu fabrikada çalışanları. Babam güzel senaryo kurmuştu. Kadınlar bunu yutmuşlardı. Hiç bu yaşta fabrikatör olur mu? Ama kadınlar büyük ihtimalle bizi dinlemiyorlar. Önemli olan bizim ne olduğumuz değil işlerini en iyi şekilde yapmaları. İlerleyen zamanlarda babanın ısrarı ile kadını dansa kaldırdım. Dansa kalktık ama bizimki dans etmek değildi ileri geri. Sağa sola sallanmak. İşte o sırada yabancı bir kadının elini tutmuştum. Ama bu da dediğim gibi sevgili manasında bir tutma değildi. Daha sonra saat 05 sıralarında oradan ayrıldık. Eve geldik babam hafif sarhoş olmuştu. Olanları anneme anlattı. Rahmetli babam da böyle bir huyu vardı. Dışarıda ne yaparsa ne ederse İyi olsun kötü olsun gelir anneme anlatırdı. Niçin anlatırdı bilemem. Vicdanını mı rahatlatıyor, annemi mi kıskandırıyordu belli değil. Tabii annem küplere bindi bağırdı çağırdı ama ne fayda 2 gün sonra da unuttu. Ablam nedense hiç sesini çıkarmamıştı. İşte böyle bir hatıra yaşamıştık babam beni içki içmemi ve hovardalık yapmamı çok isterdi. Ama bu ikisi de bende yok içkiye zaten çok karşıyım hovardalık yapacak kabiliyette zaten yok. | |||
Konu: HATIRALAR BÖLÜM 14 Genelev ve Randevuevi / İsim: Mehmet Ali Hatay 03/07/21 14:29 | |||
HATIRALAR BÖLÜM 14 Genelev ve Randevuevi Gene bir gün Murat Molla kütüphanesine gittiğimizde Fikret bazı kız arkadaşları ayarladım onlar da bizim de tanışmak istiyorlar dedi. Ne diyeceğimi bilemedim “Olur” dedim ama çok da istekli değildim. Fikret'in kızlarla arası iyiydi. Kızlar yününden sanki yüzünde şeytan tüyü vardı. Yakışıklı biriydi. Onu her zaman Amerikan aktristi Robert Redford’a benzetirdim. Saçı kırmızıya yakın kahverengi kırmızıya yakındı. Yüz hattı ve vücut hatları güzeldi. Sanki Robert Redford un küçük kardeşi gibiydi. Bu nedenle bir kıza yakınlık gösterirse hemen karşılığını alırdı. Hatta sınıfımızda bile konuştuğu bir iki kız vardı. Ama benim böyle bir durumum yoktu. Yakışıklı biri sayılmazdım. Konuşma kabiliyetim yoktu. Bir kızla konuşurken kekeler ve kelimeleri unuturdum. Özel bir durum olmayınca hangi kız bana yakınlık gösterecek ki? Sınıfta 1-2 kıza yürüyeyim dedim ama olmadı. Zaten sınıfın İstanbul sosyetik takımı bizi adam yerine koymaz ve kesin konuşmazlardı. Gerçi arkadaşlar beni o zamanlar revaçta olan Petrocelli dizisinin avukat Tom Petrocelli rolünü oynayan Barry Newmana benzetiyorlardı. Ama güzel arkadaşlarım o adamda yakışıklı değil ki? Hödüğün biri. Duramadan karısını öper dururdu. O zaman bu adam bundan ne zevk alıyor derdik. Evlenince ne zevk aldığını anladım. Ayrıca şekil itibarı ile Petrocelliye benzediğim gibi huy olarakta benzemişim. Küçüklüğünden beri sevgili manasında bir kız arkadaşım olmamıştı. Aşklarım olmamış mıydı? Elbette olmuştu ilkokulda, Ortaokulda, öğretmen okulunda, mahallede kız arkadaşlar vardı Fakat bunların hiçbirisi anladığımız manada kız arkadaş değildi. Zaten hiç birisini de konuşamamış, tek bir kelime söyleyememiştim. Benim de yapım böyleydi. Sadece uzaktan bakar göz teması kurmaya çalışırdım, ama o da olmazdı. Dolayısıyla hiçbir kızın elini tutmuştum yok. Bir zaman 15 yatta 16 yaşındayken Mersin'de genel evin kapısına kadar gittim. Yaşım küçük olduğu için beni içeri almadılar. O zaman genelev Atatürk Caddesinin üst tarafındaydı. Daha sonra yeni mahalleye taşındı. Oraya da hiç gitmedim. Gitmediğim de iyi olmuş. İstanbul'da bir defa Karaköy'deki geneleve gittim. İçeride sıra sıra küçük evler var. Kadınlar yarı çıplak bir şekilde bu odalara toplaşmışlar. Bu odaları sırası ile gezdim. İçerideki bazı kadınlar işaret parmağı ile gel gel yapıyorlardı. Bende korktum, belki cesaret vermedim ve tiksindim. Zaten oradaki kadınların hepsine acıma duygusu ile baktım. Bir daha da buralara gelmemeye yemin ettim. Genelev araştırmamı anlattığım zaman arkadaşlar arasında biraz alay konusu oldu. Hele bir Trabzonlu Hamza diye bir arkadaşımız var bu duruma çok hayret etti ve gülü. Hamza bu işlerin ustasıydı gidip geldiği her şeyi anlatır Üstelik en ince noktasına anlatırdı. Kadının bütün organlarını en ince noktasına kadar tarif ederdi. Ben de sadece anatomi atlasında gördüğümle fotoğraflarla kıyaslamaya çalışırdım. Bu Hamza arkadaşımız daha sonra kadın doğum uzmanı oldu. Bir Gün Hamza “Olaya el koyuyorum Bu böyle olmayacak” dedi ve arkadaşlarla birlikte seni randevu evine götüreceğiz dedi, Diğer arkadaşlara zaten eğlence lazım. Ben itiraz ettiğimse de merak da ediyorum. Büyük uğraşlar Sonunda ben razı ettiler. Bekarlığa veda partisi gibi beni aldılar Beyoğlu'nda bir randevu evine götürdüler. Bir masaya oturduk gelenlere gidenlere bakıyoruz. Arkadaşlar bir ki iki kadeh bir şeyler içtiler ama ben hiçbir şey içmedim. Çünkü ömrüm boyunca da ağzıma alkollü bir içecek duymamıştım. Neyse uzaktan kadının biri ile göz kaş işareti yaparak masamıza davet ettik. Kadın şuh bir eda ile geldi. Konuşmaya başladık. Ama birdenbire ne oldu anlayamadık randevu evini polisler bastı. Kaçmaya çalıştık ama kaçamadık. Gazete muhabirleri ve fotoğrafçılarda gelmişi. Bizi yüzlerimizi saklamaya çalıştık. Neyse ki foto alamamışlar. Yoksa ertesi gün gazetelerde manşetlere çıkardık. Rezalet ki ne rezalet. Gazeteler çıksaydım Mersinde Ailem görseydi ne olacaktı. Babam “Oğlum ben seni İstanbul'a randevu evine mi gönderdi” deseydi veya daha kötüsü “Benim bin bir güçlükle gönderdiğim paraları randevu evinden mi yiyorsun” deseydi ne olacaktı. Ama yapacak bir şey yoktu. Polisin kimlik kontrolünden sonra bizi serbest bıraktılar. Yurda gelinceye kadar gülmekten konuşamıyoruz. Ben de hem gülüyorum hem de şükrediyorum. Allah benim bu günahtan korumuş ve onun için de polislerin göndermiş. Sanki Hazreti Yusuf'u zinadan koruyan Allah gibi beni de zinadan korumuştu.Elhamdülillah. Sonuçta elim bir kızın eline gene değmemişti. | |||
Konu: HATIRALARIM BÖLÜM 13 Fatih Vakıflar yurdundan atılıyoruz. / İsim: Mehmet Ali Hatay 03/07/21 14:27 | |||
HATIRALARIM BÖLÜM 13 Fatih Vakıflar yurdundan atılıyoruz. Bu sene Fatih Vakıflar Yurdunda kalacağız. Yurt okulumuza 1 kilometre. Buradan yürüyerek okula gidebileceğiniz. Zaten fakültemiz Beyazıt ana binadan Çapa'ya taşınmıştı bütün dershaneler hastane ve laboratuvarlar buradaydı. Bu yurt bizim için çok iyi oldu gerçi biraz eski tarihi bir yerdi ama avantajları çoktu. Üstelik Fatih semtinin göbeğindeydi. Çok iyi ders çalışıyorduk. Fakat bu rahatlık uzun sürmedi. Yurtta o sıralar yeni kurulmuş olan Mili Nizam Partisi sempatizanları yurdu ele geçirmişler ve namaz kılmayanlara iyi gözle bakmıyorlardı. Derken Sadrettin Yüksel hocanın oğlu Metin Yüksel caminin avlusunda silah vuruldu ve şehit oldu. Bu arada Metin Yükseli vuranların seneler sonra ülkücüler içerisinde kontrgerilla tipli kişiler olduğu ortaya çıktı tabi ki. Amaç nizamcılar ile ülkücülerin arasına büyük bir yara açmaktı. Açıldı da. Yurtta Milli görüşçü dediğimiz gençler bunun acısını bizden çıkarmak istediler. O sıralar Fikret de ben de namaz kılmıyoruz. İşte bu nedenle milli görüşçü arkadaşların gözüne battık. Gerçi Beş vakit namaz kılmıyoruz ama cuma namazlarına gidiyoruz ve hiç kaçırıyoruz. Ama demek ki Cuma namazları durumu kurtarmaya yetmedi. Allah'ta razı gelmedi. Neyse Kaderimiz böyle yazılmış. Bir akşam bizi apar topar yurttan attılar. Eşyalarımızı bile almamıştık. Üstelik ertesi gün mikrobiyoloji sınavı vardı. Bu sınav Tıp fakültesinin en önemli dersiydi. Yorgunluk uykusuzluk ve de moral bozukluğu ile yakındaki Nevşehir yurduna sığındık. Sağ olsunlar buradaki arkadaşların çok iyiliğini gördük. Bu nedenle hala Nevşehirlileri severim. Ertesi gün sınava girdim. Sınav önce yazılı, daha sonra da sözlü oluyordu. Yazılıyı bir şekilde verecektik. Ama sözlü sınavı çok önemliydi. Çünkü koca koca profesörler karşısında bütün sorulara cevap verme mecburiyeti vardı. İnsanın hiç aklına gelmeyecek yerlerden soruyorlardı. Allah'ın yardımıyla sınavdan Pekiyi aldım. Böylece Tıp fakültesinin en önemli dersini vermiş oldum. Öğleden sonra da Fatih Vakıf yurduna gittim oradaki eşyalarımı aldım boynu bükük bir vaziyette Nevşehir yurduna gittim yerleştim artık okula bu yurttan gidip gelecektim. Bu yurt küçük bir yurttu. Çalışma şartları iyi değildi. Elbette dersimize çalışacaktık. Ama bir kere moralimiz çok bozulmuştu. Burada da çok kalamayacağımız belliydi. Bir eve çıkmamız gerektiğini anladık. Yine sağ olsun rahmetli Fikret Fatih semtinde Vatan Caddesi'ne yakın Vatandaş Sokak Gündoğan apartmanın bodrum katında 1 daire bulmuş. Bu dairede Veli ve Halil diye iki arkadaş kalıyordu. Ispartalı olan ve çok ama çok iyi arkadaştılar. Bu arkadaşlar Yıldız teknikte okuyorlardı. 2 oda 1 salon olan bu daire bodrum katındaydı Bodrum katı olduğu için biraz rutubetli idi. Yukarıdaki pencerelerden gelip geçenlerin ayaklarını bacaklarını görürdük. Arkadaki iki odayı apartmanın bahçesine bakıyordu bu odalarda Halil ve Veli kalıyordu. Daha sonra Halil ve Veli mezun olup gittiler. Bize büyük ve pahalı gelecek bu ev için 3. Bir ortak bulmalıydık. Nitekim de bulduk. O da sevgilin arkadaşımız Allah rahmet eylesin Gülnarlı Mehmet Güzeldi. Eve eşyaları yerleştirdik. Salonda Mehmet kalacak, Fikret’le ben arka odalarda tek başımıza kalacaktık. Güzel bir talebe evi oldu. Ev lunaparkın üst tarafında olan okulumuza çok yakındaydı. Artık hem talebe olaylarında etkilenmeyecek, hem de rahat rahat ders çalışabilecektik Tek sıkıntımız yemeklerde idi ama onu da hallettik yemek işini sıraya koyduk Mehmet Yemek malzemelerini alacak, Fikret yemeği yapacak, bende bulaşıkları yıkayacaktım Bu işbirliği uzun zaman böyle devam etti. Üç Arkadaş birbirinize zaten çok seviyorduk iyi anlaşıyorduk. Mehmet Güzel bizden bir alt sınıftaydı. Evde ders çalışmak biraz sıkıcı oluyordu. Bu nedenle Fatih'teki Millet kütüphanesine gidiyor orada ders çalışıyorduk. Ben yatılı okuduğum için tek başıma ders çalışmak bana sıkıcı geliyordu. Kütüphanede çalışınca etrafımda ders çalışan, kitap okuyanların olması beni çalışmama sevk ediyordu. Bu kütüphane biraz küçüktü ve çok defa yer bulamıyorduk. Bu nedenle Çarşamba'da bulunan Murat Molla kütüphanesine devam etmeye başladık. Kütüphane eve biraz uzaktı ama hem yürüyüş yapıyor hem de kütüphanenin imkânlarının daha iyi faydalanıyorduk. Artık her gün öğleden sonra bu kütüphaneye gitmeye başladık. | |||
Konu: HATIRALARIM BÖLÜM 12 İlim Yayma Cemiyeti Yurdu / İsim: Mehmet Ali Hatay 03/07/21 14:25 | |||
HATIRALARIM BÖLÜM 12 İlim Yayma Cemiyeti Yurdu Edirnekapı yurdunda rahat edemedik. Çünkü çok büyük bir yurt ve çok kalabalık. Üstelik pahallı. Okula dolmuşla gitme mecburiyeti var. Dolmuş parası da var. Kuruşun hesabını yapmalıyız. Sağ olsun babam 200 lira gönderiyor. 200 lirada kredi yurtlar kurumundan alıyorum. Ancak ucu ucuna yetişiyor. Yani ekstra masrafa yer yok. Öğrenci hareketleri başlamış. Bizi olaylara götürmek istiyorlar, biz direniyoruz. Çünkü öğrenci hareketlerinden uzak kalmaya çalışıyoruz. Derslerimiz ağır. Günlük çalışmazsak ipin ucu kopar bir daha toparlayamayız. Bizi olaylara götürmekten vazgeçtiler ama bu defa silahla vurulan arkadaşların başına doktor olarak götürmeye başladılar. Onların gözünde biz doktorduk ve güya silahla vurulan arkadaşın işini bitirmek için katil tekrar hastaneye gelecek ve işini bitirecek. Veya karşıt görüşlü bir doktor yaralı gelen hastaya bir iğne yapacak, bir serum takacak işini bitirecek. Böyle bir şey olur mu yahu? Olur, da filmlerde olur, dizilerde olur. Bizi de figüran olarak kullanacaklar. Baktık olacak gibi değil. Yeni yurtlar aramaya başladık. Sağ olsun Rahmetli Fikret bir yurt bulmuş hem çok sakin hem ortamı güzel. Üstelik çok da ucuz. Yemekleri de ucuz. Bu yurt Şehzadebaşı Camisi'nin hemen arkasında Vefa semtinde bulunan Vefa bozacısının karşısındaki İlim Yayma Cemiyeti Yurduydu. Akşamları yemek çıkıyordu. Ayrıca ders çalışma salonları çok güzeldi. Yurtta fazla kimse kalmadığı içinde sakindi. Öğrenci olaylarından uzaktı. Fikret’le karar verdik ve bir gün Edirnekapı'dan ayrılık İlim Yayma Cemiyeti yurduna kaydımızı yaptırdık. Bu yurt fakültemize 500 metre uzaklıktaydı. Her gün yürüyerek gidip gelirdik eskisi gibi dolmuş derdi de yoktu dolmuş ve dolmuş parasından da böylece kurtulmuştum. Tek sıkıntı karşısında bulunan Vefa Bozacısının sabaha kadar gürültüsüydü. Bu İstanbullular boza içmeye ne kadar meraklıydı. Sabaha kadar birileri gider birileri gelirdi. İlim yayam cemiyeti çok iyi hizmet veren bir vakıf kuruluşuydu. Namaz kılsın kılmasın, inançlı olsun olmasın herkese burs verirdi. Karşılığını da beklemezdi. Mesla yıllar sonra Biga devlet başhekimi olan dr. Hüseyin Gürel İstanbul’da okurken İlim yaymadan bursa almış. O zaman namaz kılmazmış. Ama daha sonra Biga’da namaza başladı. Belkide benimde namaza başlamama sebep ilim yayma cemiyeti vakfıydı. Bizi bu karşılıksız yurda almışlardı. Şehzade Camisi'nin avlusunda bulunan Vakıf kız Yurdu ile bizim İlim Yayma Yurdu komşuydu. Bizler Ramazan da teravih için Şehzadebaşı Camisi ne gittiğimiz zaman vakıf yurdu kızları da oraya gelirdi. Hep göz göze gelirdik ama hiçbirinizde tanışma cesareti yoktu. Yalnız birkaç arkadaş zannediyorum bu yurttan kızları tavlamışlar ve Cami bahçesinde buluşuyorlar. Gelip bize anlatıyorlar. Bazen de vakfın yurdunun bize bakan penceresine gidip kızlarla gizli gizli buluşuyorlardı. İşte gençlik, kanlar deli deli akıyor . Yıllar sonra bizim Nilgün'de bu kız yurdunda kaldı. Hatta rivayet olunur ki müstakbel Cevdet eniştemiz de yurdun penceresine gelir. Nilgün'le buluşturmuş. Tabii Ben o zaman İstanbul'da değildim. Zaten sadece rivayet. Doğrusunu Nilgün ve Cevdet Enişte bilir. Artık dersler iyicene ağırlaşmıştı hele mikrobiyoloji ve farmakoloji bizi iyiden iyi harap etti. İlim Yayma Cemiyeti Yurdu çok rahattı iyi de ders çalışıyoruz. Ayrıca Cumartesi ve Pazar boş zamanlarımızda İstanbul'u geziyoruz. Hatta arkadaşlarla birlikte Yıldız Parkı'na Emirgan'a gittik gezdik. Piknikler yaptık, plajlara gidip yüzdük. 1-2 defa da Heybeli adaya, Büyük adaya gittik. Kiyos’a plaja gittik. Kiyos’ta bizi fakültedeki bir dâhiliye asistanı boğulmuştu. Asistanı tanımıyorum ama çok üzüldüm. O kadar çalış tıptan mezun ol ve asistanlığa gir ama sonunda denizde boğul, çok acı. Bir ara Fikret bir yurt buldum dedi Orada hem yurt parası almıyorlar hem de sabah ve akşam yemek var. Bizim de tam aradığımız şey. Hiç olmazsa yemek parasından kurtulacağız. Bu yeni Yurt Fatih Camisi'nin çevresinde bulunan Fatih Külliyesi Fatih Vakfıydı. Allah razı Fatih sultan Mehmet Hazretlerinden. İstanbul aldıktan sonra Fatih'te bir cami yaptırmış ve caminin etrafına da külliye yapmış ve vakıf kurmuş. Vakıfta üniversite talebeleri kalıyor. Yurda gittik müdürle konuştuk bizi kabul etti. | |||
Konu: HATIRALARIM BÖLÜM 11 Sami Hocanın dersler / İsim: Mehmet Ali 03/07/21 14:23 | |||
HATIRALARIM BÖLÜM 11 Sami Hocanın dersler Sonunda vedalaşma günü geldi Atalay garajında burunlu Magiruslara bindim. Annem babam ve Nilgün’le vedalaştık belki ablam da gelmişti. Hatta bebek Özgür'ü de getirmişti annemin gözyaşları içerisinde bende mahzun, hüzünlü İstanbul'a hareket ettik Tıpta ikinci sınıf başlamıştı Nasıl olur nasıl gider derken ikinci sınıflı olmuştuk bile. Fakat artık tıbbın bütün ağırlığını, zorluğunu hissetmeye başladık. Anatomi, fizyoloji en korkulu derslerimizdi. Nasıl korkmayalım gerçekten zordu. Çok çalışmak icap ediyordu. Hele Latinceye alışma bizim için çok zordu. Allah'tan hocalarımız çok iyiydi. Mesela Sami Zan hocamız dersleri çok güzel anlatır, bizlere çok güzel bilgiler verirdi. Dersleri yarım saat önce başlar ve bu yarım saat içerisinde fıkralar, güzel özlü sözler bize hayatta bize lazım olacak Tıp ve hayatla ilgili bilgiler verildi. O zaman Tıp Fakültesi Beyazıd merkezdeydi. Bu büyük alan içinde hukuk, işletme, siyasal bilimler hepsi vardı. Sami Zan hoca derse başlamadan bu hukukçu ve işletmeci öğrenciler erkenden gelip yer kapardı. Bize yer kalmazdı. Bir o kadar öğrenci de ayakta ders dinlerdi. Sanki ders değil şov ve stanup. Daha sonra ders başlardı. Bir gün hiç unutmam Sami hoca derse girdi arkasından bir işaret yaptı asistanlar kocaman ayaklı ve tekerlekli bir maket getirmişler makette hortumlar poşetler lambalar her şeyi yerli yerine koymuş Üstelik lambaların bir yanıyor biri sönüyor. Plastikten bir şeyler hazırlamış. Ses düzeneği var. Bağırsak sesleri gibi sesler duyuyoruz. “İşte çocuklar bu sindirim sistemi. Çalışma düzeni budur” dedi bize karaciğerin yerini, midenin yerini bağırsakları hatta affedersiniz makat deliğini bile gösterdi. Rahmetlinin ders sunuş şekli böyleydi. İkinci dönem bize üretim ve boşaltım sistemini anlattı. Belki de ürolojiyi seçmemin büyük sebebi Rahmetli Sami Hocaydı. Çünkü sistemi öyle güzel anlatmıştı ki bu branşı sevmiştim. Ayrıca “Çocuklar anatomiden korkmayın, dersi sınıf geçeceğim diye çalışmayın. Öğrenmek için çalışın. Sınavlar nedir ki? Gelip geçici şeyler. Önemli olan öğrenmeniz” derdi Şimdi sınıfa korkunç kılıklı ve maskeli biri girse hepiniz korkarsınız değil mi? Ama maskeyi çıkarınca beni görünce Aaaa Sami hocaymış dersiniz sevinirsiniz. “Merak etmeyin ben sene sonunda size imtihan sorularının cevaplarını söyleyeceğim” dedi. Tabii biz olur mu öyle şey dedik. Ama gerçekten sene sonunda anatomi sınavında geldi “Çocuklar ben size gelip soruların cevabını söyleyeceğim demedim mi? şimdi yazın” dedi ve 15 sorunun tüm cevaplarını yazdırdı. Rahmetli şöyle derdi “Bir yerde tıp talebeleri sohbet ediyorsa, söz gelir eninde sonunda bana gelir dayanır.” Gerçekten öyle Bakın söz geldi O’na dayandı. | |||
Konu: HATIRALARIM BÖLÜM 10 Hatay ve Duru ailesine misafir geliyor. / İsim: Mehmet Ali Hatay 03/07/21 14:21 | |||
HATIRALARIM BÖLÜM 10 Hatay ve Duru ailesine misafir geliyor. Mersin'de O yaz unutamadığım hatıralar oldu. Bunlardan birisi de elbette Nuran Ablamın oğlu olan Özgür Duru’nun doğumuydu. Sıcak bir Temmuz günü Özgür, Duru ailesinden ziyade Hatay ailesine misafir gelmişti. Doğduğuna çok sevinmiştik küçücük el bebek gibi bir şeydi. Çok sevimliydi. Gözlerini çekik olmasına rağmen çok sevmiştik. Hatay ailesinin ilk torunuydu. Tek kusuru çok ağlamasıydı neden ağlıyor bir türlü çözememiştik. Tabii hali ile Özgür devamlı bizde kalıyordu. Ağlamalarından ders çalışamıyorum. Bir bebek bu kadar ağlar mı, demek ağlarmış. Sanki ilerde çok haşarı olacağım. Şimdiden hazırlanın der gibi. Neyse bizim ders çalışmamız önemli değil ama çocuk hasta mı ne? Sanki dünyaya geldiğine ağlıyor. Bizim de içimiz parçalanıyor. Doğduğu zaman kucağıma aldım. Evin her tarafını gezdirdim ve evi tanıttım. İşte burası salon, burası oturma odası, burası mutfak, burası tuvalet diye. O zaman Nikola'nın evindeydik. Çocuk zorluk çekmesin diye yapmıştım. Tabii ki Özgür bunları anlamayacaktı. Ama benim yeğenimin ne kadar sevdiğimi ve onunla İnşallah büyüdüğü zaman çok iyi bir ikili olacağını bir göstergesiydi. Bir gün Özgür yatarken gözünü boyadım, bıyık ve sakal yaptım. Öyle sevimli olmuştu ki. Sanki gel beni ye der gibiydi. Evin maskotu olmuştu. Artık eğlencemiz Özgür’dü. Zaten Yeğenler dayılarını dayılarda yeğenlerini severmiş. Özgür'ün doğum günü rahmetli Celal Enişte ile balığa gitmiştik. O gün Allah öyle Bereket verdi ki en aşağı 15-20 büyük balık tuttuk. Biz bu bereketi Özgür'ün doğumuna bağlanmıştık. Rahmetli enişte biraz çok sallardı ama bu sefer ben olduğum için gerçekten balık tuttuğumuza şahit oldum. Yani enişte sallayamadı. Çünkü bu Celal enişte çok defa balığa gider ve balık pazarından balık alır getirmiş. Bizde enişteyi takdir ederdik bu kadar balığı nasıl tuttun derdik. Bu tatilde elbette CHP'nin açmış olduğu matematik kursunda öğretmenlik yapmadım çünkü zihin bakımdan gerçekten Tıp beni yormuştu. Onun için daha ziyade kafamı dinlendirmek istiyordum. Ama öyle olmadı. Ev sahibimiz olan gazete bayii Nevzat abi bana "Mersin Devlet Hastanesinde staj yapar mısın?" dedi Ben de neden olmasın dedim. Henüz birci sınıftan ikinci sınıfa geçmiştim ama olsun hastanede staj yapmak iyi bir şey olur diye düşündüm. Nevzat abi Bana Doktor derdi. Hediye olarak bir enjektör kutusu hediye etti. Bu kutuda 2 tane enjektör 2 de iğne vardı. Ama iğneler artık kullanılmaktan körelmişti Yani bir hastaya kullandığı zaman çok ağrı verirdi. Zannedersem bu enjektör kutusu Nevzat abinin kendisinindi. Mahallede iğne vuruldu. Neyse Devlet Hastanesi'ne gittim dahiliye doktoru Rahmetli Mehmet Aslanı gördüm böyle böyle dedim. "Tabii gel buyur stajını burada yapabilirsin, aynı zamanda bir şeyler de öğrenirsin" dedi. Ben de ertesi gün Devlet hastanesinde staja başladım. Artık her gün Dr. Mehmet Aslan'la vizitlere katılıyor, notlar alıyorum. Hastalar ve konular her ne kadar bana yabancı olsa da yine de bunlar bana ileride faydası olur diye düşünüyorum. Bir de bol ve uzun gelen beyaz önlük giymiştim bu halimle çok komik olmuştum sanki maskot doktor gibiydim. Serviste bana ilk kalça ve damar enjeksiyonunu öğreten Mehtap hemşire oldu. Bu Mehtap hemşire minyon tipli, çıtı pıtı ve yüzünde ismi gibi mehtap benzeyen bir kızdı. Sağ olsun bana enjeksiyonu öğretmişti. Bir gün hastanın damarına iğne yapayım derken enjektördeki tüm ilacı hastanın kol adalesine vermişim. Burası yumurta gibi şişti. Ne yapacağımı şaşırdım eyvah dedim hasta ölecek mi kolu mu kesilecek. Hemen Mehtap hemşireye koştum geldi baktı. Korkacak bir şey yok dedi 2-3 gün de bu emilir. Zaten ilaç hem damardan hem de kalçadan yapılan bir ilaç olduğunu söyledi. Böylece çok rahatlamıştım. Bu hastanede 2 ay staj yaptım. Hem bana hem de hastaneye faydalı olmuştu. Atatürk Parkını ve Atatürk Caddesini başlamamıştım. Elbette fink devam atıyordum. Evet tatil böyle geçti. ve sayılı günler çabuk bitermiş. Tatil bitti ve bize İstanbul yolu gözüktü. | |||
Konu: HATIRALARIM BÖLÜM 9 Tıp 2. Sınıf / İsim: Mehmet Ali Hatay 03/07/21 14:13 | |||
HATIRALARIM BÖLÜM 9 Tıp 2. Sınıf Derslerimiz devam ediyor anatomiden ve fizyolojiden gelen hocalarınız içerisinde 2 tane ordinaryüs var. Birisi rahmetli Ordinaryüs Profesör Doktor Zeki Zeren, diğeri de fizyoloji hocamız. Ordinaryüs Profesör Sadi Irmak. Bu Sadi Irmak hocamız daha sonra 12 Eylül darbesinden sonra başbakanlık yaptı. Dolayısıyla biz ordinaryüs profesörler ve başbakanların talebeleriydik. Gerçi derslerimize 2-3 kere girmişlerdi ondan sonra girmediler. Ama onların talebeleri Profesör ve doktorlardan ders aldık. Şimdiki nesil ordinaryüsü bilmez. Zaten bu unvan 1-2 sene sonra kalktı. Sene sonuna doğru yani öğretim yılanın sonunda kemik dersi imtihanla girdik. Bu imtihanı bir özelliği vardı 20 tane masa hazırlanmış ve her masanın üzerine insan vücudunun değişik kemikler konmuştu. Masalar arasında perde vardı. İlk talebe ilk masaya giriyor ve gördüğü kemiğin ismini yazıyordu. Daha sonra bir çıngırak çalıyor ve 2. masaya geçiyorsunuz. Sizin arkanızda ki talebe bir masaya geçiyor. Ve zil çalıyor. Böylece 20 masayı dolaşıyorsunuz. Sınav kâğıdına her kemiğin ismini yazıyorsunuz. Buna zilli imtihandır derdik. Tıp fakültesinde bu ananeymiş. Böyle zilli imtihan diye isim konmuş. Çok şükür bu dersten geçtim. Ayrıca fizik kimya ve biyoloji botanitik derslerinden de geçmiştim. Dönem başında anatominin kadavra dersi vardı. İşte korktuğum başıma gelmişti. Ölüyü kesecektik. İlk kadavra dersinde millet kapıda toplaşmış kimse içeriye girmiyor, hepsi korkuyor. Yalnız hepimiz beyaz önlük giymişiz. Kendimizi doktor gibi görüyoruz. Maskot, minyatür doktor. Doktor korkmaz diye kendi kendimize telkinler yapıyoruz. Dua eden arkadaşlar bile var. Benim korkum normal. Sonunda bir birimizi iterek içeri girdik. Orada kocaman bir havuz, içinde 20 ye yakın ölü. Hepsi şişmiş. Çünkü kokmasın diye formaldehit kullanılıyor. Bu cesedi çürümüyor ama insanlarda müthiş baş ağrısı, kusma baş dönmesi yapıyor. Ayrıca kokusu 3 gün üzerinizden çıkmıyor. Cesetler akıl hastanesinden alınıyormuş ve kimsesiz hastalarmış. Neyse ki “Bizim ölümüzü neden kestiniz” diyenlere hesap vermeyeceğiz. Cesetleri masalara aldık. Hoca iş bölümü yaptı. Herkesin kesip göreceği ve öğreneceği yerler belli oldu. Ben ayak ve bacak tarafını kesmeye başladım. İnsan alışıyor. Yalnız 1 hafta yemek yiyemedim. Sonunda baktım protein eksikliğinden halsiz düşeceğim. 1 hafta sonra yemek yedim. Ama hala yemek içinde haşlanmış et yiyemiyorum. Kadavra dersleri ilerledikçe bu işi eğlenceye bile döktük. Bir arkadaş büyük ihtimal Nazif’ti (Çünkü çok fırlamaydı) ölünün affedersiniz penisini kesmiş bir kız arkadaşın cebine koymuş. Güya kızı korkutacak. Kız cebine elini atmış çıkarmış bakmış penis. Kız korkacak yerde ”Biz bunun dirisinden korkmuyoruz ölüsünden mi korkacağız” demiş. Tabi şakayı hazırlayanlar şok. Ben direk olayı görmedim. Görenler anlattı. Bu daha sonra bir efsane olarak yayıldı. İşte böyle şey oluştu olmamıştı diye söylendi durdu. Olay 1973 senesinde bizim sınıfta oldu. Yani efsane değil. O senenin imtihanlarına girdim ve hepsin verdim ve sınıfı geçtim. İlk sınıfı tamamlamış olduk artık. Artık sömestre tatiline giriyoruz bize Mersin yolu gözüktü. Bir gün otobüs biletini aldım ve Mersin'e hareket ettik. | |||
Konu: HATIRALARIM BÖLÜM 8 Tıp Fakültesi ilk dersler başlıyor. / İsim: Mehmet Ali Hatay 03/07/21 14:11 | |||
HATIRALARIM BÖLÜM 8 Tıp Fakültesi ilk dersler başlıyor. 1 Kasım 1971 günü tıp fakültesinde dersler resmi olarak başladı. Tıp fakültesinin ilk senesi fizik, kimya ve biyoloji kelimelerin birleştirmesi olan ve FKB diye isimlendirilen öğretim yılıydı. Bunlar her ne kadar tıpla ilgili olmasa da öğrenciyi tıpa hazırlayan derslerdi. Bize biraz da Latince terimler alıştırılma isteniyordu. Bu biyoloji içinde Botanik ve zooloji vardı. İkisi biyoloji ediyor. Yaa işte bi zooloji dersi, gördük. Yani hayvan bilimi. Böcekleri, sinekler, sineklerin üremesi. En önemlisi katır kimin çocuğu. Atın mı eşeğin mi. Bu inceleniyor. Genetik olarak ispatlıyordu. O zaman çok gereksiz diyorduk. Ama şimdi belgesel izlediğimde aynı zevki alıyorum. Anfiyi ilk defa orada gördüm. Anfi bir sinema salonunun 5- 6 katı büyüklükte içine 500-600 öğrenci alan bir salondu. İlk sene Cerrahpaşa, Bursa ve İstanbul Tıp öğrencileri hep beraber bu anfide ders görüyorlardı. Sinema salonu gibi koltuklar vardı ve merdivenlerden aşağı iniyorsunuz. Sahnede bir kürsü var. Profesör bu kürsüden ders anlat ve tepegöz dediğimiz bir aletle arkasındaki perdeye yazdığı yazıyı aktarıldı. Kimya dersinde 300 formül ezberlemek mecburiyeti çünkü sınavlarda bu 300 formülün birisi sorulurdu. Fizik, deneysel fizikti. Deney olarak bir kedi üst kattan atılır ve kedinin jiroskopik hareketle nasıl 4 ayak üstüne düştüğü bilimsel olarak ispat edilirdi. Ayrıca testere gibi dönen bir kartonun tahtayı nasıl kestiği gösterilirdi. Yani hepsi çok eğlenceliydi. Tam benim istediğim gibi. Evet eğlenceliydi ama 2. dönem kemik dersi başlayıncaya kadar. Nihayet kemik dersleri başladı laboratuvarda önümüze insan iskeleti koyuyorlar ve bizler de anatomi atlasına bakarak bu kemiklerdeki isimleri ezberlemeye çalışıyoruz. Kemiğin her milimetresini bir isim var Dolayısıyla bu Latince kelimeler ezberlemek oldukça zor ve mecburi. Fakat ne yapalım ki ezberleyeceğiz. Şimdilik en büyük eksiğimiz Zabota dediğimiz anatomi atlası. Bu kitap olmayınca anatomi çalışamayacağız. Bu kitabın orijinalı o zaman parasıyla 800-900 Türk lirası. Almamız mümkün değil. Fakat çok şükür elden düşme temiz bir kitap bulduk 400 lira. Bu öyle bir temel kitap ki insan vücudunun bütün kemik, kas, eklem, sinir ve damar her şeyini fotoğraf olarak gösteriyor. Şimdi bir meselemiz daha var. Kemikleri sadece laboratuvar görüyoruz, akşam yurda geldiğimiz zaman kemik çalışması yapamıyoruz. Bize canlı kemik lazım. Abilere bunu anlattığımız zaman bunun kolayı var dediler gidip bir mezarcıyla anlaşacaksınız onlar size bir iskelet takımı verir. Olur mu olmaz mı derken Nazif diye bir arkadaşımız vardı Onunla karar verdik. Feriköy mezarlığına gittik bu işi yapan Mezarcı ile görüştük bize akşam karanlığı çökünce gelin beni burada bulun dedi. Bizde iki arkadaş akşam Feriköy mezarlığına gittik. Adam bizim için çimento torbasını içerisine bir takım iskelet koymuş. O zamanın parasıyla ne kadar olduğunu unuttum parasını verdik ve aldık. Özel taksi tutacak paramız olmadığı için elimizdeki bu çimento torbaları ile Belediye otobüsüne bindik ve yurda geldik. Ama gelinceye kadar akla karayı seçtik Çünkü yakalanırsak bize mezar soygunu suçundan büyük ihtimalle tutuklarlardı. Üstelik gazetelere manşet olurduk. Bu işin o zaman günah olduğunu bilmiyordum. Ama resmen mezar hırsızlığıydı. Arkadaşlar bilim, ilim için yaptığımızdan dolayı bir vebalinin olmadığını söylediler. Kendimizi rahatlamış hissetmeye zorladık. Ama vicdanımız elvermiyordu. Bizden başka iki arkadaş daha gitmiş ve bir takım iskelet almışlar. Şanslarını bu iskeletin çenesinde 2 tane altın diş varmış Bunları sökmüşler götürüp satmışlar. İskeletin parasını çıkardıkları gibi kâra bile geçmişler. Bizim iskeletler galiba gariban iskeleti olduğu için altın diş çıkmadı. Ama çıkmadığı iyi oldu. Çünkü götürüp altını satacaktık İşte o zaman büyük ihtimalle günahımız katmerleşecekti. Neyse yurtta geldik bu iskeletleri güzelce yıkadık. İskeletin üzerinde hala ufak tefek et parçaları vardı. Allah bizi affetsin. Daha sonra bu iskeleti hem temizlemek hemde beyazlatmak için kireç suyuna yatırmamız söylendi. Ayrıca kafatasını ayırmak için de kafatasının altındaki delikten nohut koyup suya yatırmak lazımmış. Böylece şişen nohut kafatasını kemiklerini menteşe ayrılır gibi tek tek ayıracakmış. Onu burada yapmanın imkanı yok Mersin'e gidince yaparım. İskeletin sol tarafını Nazif aldı, sağ tarafını ben aldım. Kafa kısmı bende kaldı. Sonunda Mersin'e gittiğimde iskeleti de Mersin'e götürdüm. Bizim iskelet otobüs bagajında Mersine yolculuk etti. Bir arama olsaydı yakalansaydım ne diyeceğimi de bilmiyordum. Neyse Mersin'e geldim iskeleti kireç kaymağına yatırdık bir gün içerisinde iskelet bembeyaz oldu Şimdi sıra kafa kemiklerini ayırmak. Anneme söyledim bir kilo nohudu iskeletin kafasının altındaki delikten içeri koyduk suya yatırdık. Aynen dendiği gibi Kafatası kemikleri tek tek ayrıldı. Kurusun diye evin damına ve güneşe koydum. Mersin'de Nikola’nın evinde oturuyoruz. Sabahleyin karşı komşu telaş içerisinde koşa koşa geldi. “Sizin damda iskelet var kim öldürdü? Kim koydu diye saçma sapan sorular sordu. Ama bayağı korkmuş. Neyse kadına izah ettik böyle böyle dedik kadını yatıştırdık. Böylece anatomide iskelete çalışma materyalini elde etmiş oldum zaten iskelet dersi bittikten sonra bunu bizden sonra da ki Alt sınıflara verdim tabi çok memnun oldular dua ettiler inşallah bu dualar bizi günahımızdan kurtarmaya yeter. | |||
Konu: İstanbul’a Gidiyorum. / İsim: Mehmet Ali Hatay 27/06/21 03:32 | |||
BÖLÜM 7 İstanbul’a Gidiyorum. Bize İstanbul yolu gözüktü. Mersin'e gitmeden durumu telefonla babama anlattım. Babam da bana güvenerek “İstanbul'a git nereye istiyorsan orada kaydını yaptırırsın. Ben seni okutacağım” dedi benim niyetim fen fakültesindeki matematik bölümüne kayıt yaptırmaktı. Bir akşam otobüse bindim ve “Bekle beni İstanbul geliyorum” diyerek İstanbul'a hareket ettim. Sabahın erken saatlerinde İstanbul'a vardık. Tabii o zaman Boğaziçi Köprüsü yoktu. Köprü 1973 yılında yapılacaktı yani daha 2 sene var. Avrupa Yakasına geçmek için Haremden araba vapurları kullanılıyor. Haremde araba vapuruna bindik. İşte o zaman İstanbul'dan vuruldum aşık oldum, kendimden geçtim. Karşımda Süleymaniye Camii, Topkapı sarayı, Beyazıt Kulesi, Galata Kulesi sanki hepsi beni selam diyordu.”Hoş geldin Ali diyorlardı” Yıllarca fotoğraflarını ve filmlerde gördüğüm hepsi canlı canlı gözümün önümdeydi. Tarih, güzellik, Boğaziçi, deniz, insanların koşuşturması. İstanbul'a hiç yabancılık çekmedim, Ne de olsa denizi vardı. Biz Mersin'li yani deniz çocuğuyduk. Eminönü'nden hemen Ortaköy otobüsüne bindim ve Ortaköy'e gittim Yüksek Öğretmen Okulu Ortaköy deydi. Sağ olsunlar bizi arkadaşlar ve abiler karşıladı. Böylece İstanbul günlerimiz başladı. Henüz ne yapacağımı bilmediğim için ayrılık dilekçemi vermemiştim. Bu nedenden bir yere kaydımı yaptırınca kadar yüksek öğretmen okulunda kalabilirdim. Ne yapacağız ne edeceğiz diye düşünürken, bazı arkadaşların ve abilerin fikirlerini aldım. Benim puanımı öğrenince “Yazık etme bu puanı araya verme” dediler. “Peki ne yapayım?” “Tıp fakültesinin kayıt yaptır doktor olursun” dediler.”Öyle bir şey olmaz, ben matematik öğretmeni olacağım” dedim. Hepsi “Kafayı mı yedin, doktorluk her zaman iyidir ve insanlara daha çok hizmet edersin” dediler Ben o zamana kadar doktorların Tıp Fakültesinden mezun olduğunu bile bilmiyorum. Bizim Tıp hakkında bildiğimiz Tıp oyunuydu. Hani “Tıp” derdik herkes hareketsiz kalır ve ebe gelip sizi güldürmeye çalışır, kim gülerse o ebe olurdu. İşte o oyun. Bundan başka Tıp hakkında bir bilgim yoktu peki dedim “Bu tıp fakültesinde ne yapıyor ne okurlar” “Solucan kesiyorlar kurbağa kesiyorlar” dediler. Yani biyoloji dersinin biraz daha gelişmiş. Benim biyoloji dersin zaten iyiydi. Çokta meraklıydım Bana o zaman ölü kesiyorsun deselerdi emin olun Mersine kadar kaçardım. Çünkü ölüden oldum olası korkardım. Neyse kafama girdiler beni razı ettiler. Ben artık tıp fakültelerinin kayıtların açılmasının bekliyorum. Matematik öğretmenliğinden vazgeçtim. Dolayısıyla ortaokuldaki matematik öğretmeni gidip “Ben işte matematik öğretmeni oldum” diye gözüne sokmaya hiç gerek yoktu. Artık yaptığımız şey fakültelerinin puanların takip etmek. Gece saat 23 de radyodan hangi fakülte puanın düşürdüğünü takip ediyoruz. Hangi fakülte puan düşürürse hemen gidip kaydımızı yaptırıyorduk. Önce Bursa Tıp Fakültesi puanı düştü. Zannediyorum puanı 380 - 390 civarıydı. Gittim hemen kayıt yaptım. Kayıtta yeri de Saraçhane'deki Ana belediye binasının arka tarafındaydı. Bütün kayıtlar orada yapılıyordu. Arkadaşlar söyle dediler” Biraz daha bekle başka fakültelerinden puanları düşer” Gerçekten 3-4 gün sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Puanı düşürdü. Biz haydi koştuk Cerrahpaşa Tıp fakültesine kayıt yaptırdık. Artık tıp fakültelerine kaydımız gerçekleşmiş. Eninde sonunda Tıp fakültesinde okuyacaktık. Yine ortalıkta söylentiler dolaştı. Tıp Fakültesinden içinde en iyisi İstanbul Tıp Fakültesi yani Çapa Tıp Fakültesi. Hocaların en iyisi orada bulunuyormuş. Ayrıca İstanbul Tıp Fakültesi Türkiye'de ilk kurulan Tıp Fakültesi olup tarihi çok eskidir. Tıp fakültesinin ilk kuruluşu Abdülhamid zamanında olmuştur. İlk önce Gülhane Tıp Fakültesi olarak kurulmuş daha sonra İstanbul Tıp Fakültesi ayrılmış bir kısmı da Ankara'ya gitmiş. İsmi GATA olmuş. Cerrhapaşa daha sonra İstanbul tıptan ayrılmış. İstanbul Tıp Fakültesine karar kıldım.Bu okulda okuyacaktım. Ayrıca İstanbul o kadar hoşuma gitmişti ki sanki 40 yıldır burada yaşıyormuşum gibi. Ankara kıyaslanacak kadar güzel. Hafta sonu İstanbul tıp fakültesinin puanı düştü. 402 ile kayıtları açtı. Ondan sonra zaten kapandı Hemen gittim kaydımı İstanbul tıp fakültesine yaptım. Daha sonra Ortaköy'de yüksek öğretmen okuluna geldim gözlerimde yaşlar içimde hüzün ve buruklukla ayrılma dilekçesini verdim. Kendimi öğretmen olmayı o kadar çok hazırlamıştım ki böyle bir dilekçe verip ayrılmak bana çok zor geldi. Ama ne yapalım kader böyleymiş. Pişman mıyım? Hayır asla pişman değilim. Yüksek öğretmen okuldan ayrıldıktan sonra gene birkaç arkadaşın birlikte Edirnekapı yurduna kaydımı yaptırdım. Bu yurtta fakülteye gidip gelmek kolaydı. Okul Kasım ayında açılacaktı. Okulun açılmasına daha 2 ay vardı. Yapacak bir şey olmadığı için biletimi aldım doğru Mersin'e gittin babama anneme kısaca bilgi verdim. Babam bu işe çok sevindi. Zaten benim öğretmen olmamı istemiyormuş. Doktor olmamı istiyormuş. Bana ilk defa söyledi. Artık “Beni okutur musun okutmaz mısın?” diye sormadım. Çünkü ceketimi satarım seni gene okuturum diyecekti. Canım babam senin sayende okuduğumu hiçbir zaman unutmadım. Sonraları bana şöyle demişti “Benden miras beklemeyin tahsiliniz size mirasımdır” Bu gerçekten böyleydi. Ablamı okutmuş öğretmen yapmıştı, beni doktor yapmıştı, kardeşim Nilgün de veteriner hekim yapmıştı. Bundan iyi bir miras mı olur? Mersinde 2 ay nasıl geçecek diye düşünürken kadim arkadaşım rahmetli Nevzat Kelleli “Sana bir öğretmenlik işi buldum” dedi. Tabii ki ben çok sevindim. Öğretmen olmaktan vazgeçmiştim ama böylece biraz öğretmenlik yapıp kendimi tatmin etmenin bir sakıncası yoktu. Mersin CHP gençlik kolları kurs atmış. Öğretmenler arıyormuş. Bende bu kursta cebir dersi vereceğim. Hemen işe başladım. Sınıfta 20-30 öğrenci var. 2 ay boyunca bu gençlere cebir dersi verdim. Gerçi ücret yoktu. Zaten ben de ücret talep etmemiştim. Önemli olan benim öğretmenlik mesleğini yapmaktı. Ayrıca CHP ye benden bir hediye olsun. CHP bu iyiliğimi de unutmasın. Böylece 2 ay geçti. İstanbul'a gitme zamanı geldi. Bekle beni İstanbul geliyorum. (Devam Edecek) Yeni bölümde Tıp Fakültesinde ilk seneki hatıralar. | |||
Konu: Üniversite imtihanını kazanıyorum. / İsim: Mehmet Ali Hatay 27/06/21 03:31 | |||
Üniversite imtihanını kazanıyorum. BÖLÜM 6 Bir ay sonra babam elinde resmi bir mektupla geldi. Babam postacı olduğu için takip ediyormuş. Görünce de hemen almış gelmiş, tabii öncelikle içine bakmış. Suratı bir karış üzüntülü üzüntülü ”Oğlum canın sağ olsun kazanamamışsın. Ama üzülmene gerek yok. Postane müdürüyle konuşurum seni postacı olarak aldırırız hiç olmazsa bir mesleğin olur” dedi. Öyle Bir Üzüldüm öyle bir ki hüzünlendim ki anlatamam. Gözümün önüne Bir sene boyunca çalıştığım o kadar ders kitapları ve test kitapları geldi. Bunları üst üste koysaydık nereden baksan bir metre olurdu. Neyse ki babam şaka yapıyormuş. Böyle çok şaka yapmazdı ama işte yapmış. Çok uzatmadı ve birden boynuma sarıldı gözleri yaşardı. “Oğlum Tebrik ederim kazanmışsın” dedi. Ben tabii havalara uçtum. Baktım puanım 403 tü. Standart puanların üzerinde. Artık bundan sonra ne yapacağımı karar verme zamanı geldi. Yani matematik öğretmeni olabilecektim. Daha sonra kayıt için Ankara'ya bir daha gittim. Ankara'dan bizi ne sürprizler beklediğini bilmiyordum. Okul kapısındaki listede herkesin puanları yazılıydı benim puan diğer arkadaşlarından biraz daha yüksekti. Fakat asıl önemlisi beni İstanbul'a gideceklerin listesi ne yazmışlardı. Yüksek öğretmen okulları İstanbul, Ankara ve İzmir'de olduğu ve dengeyi sağlamak için Ankara'dan takviye yapıyorlardı. Beni de İstanbul'a vermişlerdi. Çok üzüldüm ve içimi bir hüzün kapladı. İstanbul'a nasıl giderim İstanbul'dan ne yaparım bunun endişesi içinde oldum. Ankara’ya zar zor gidiyordum geliyorum şimdi 500 KM daha gidip İstanbul’a nasıl giderim. Arkadaşlara danıştım onlar da “Gidip müdürle konuş belki bir çıkar yol gösterir” dediler. Gittim müdürün odasına kapıyı çaldım içeri girdim. Müdürümüz orta yaşlı, kabak kafalı, gözlüklü ve çok terleyen ve devamlı yüzünü mendille silen birisiydi. Babacan bir adamdı. Ama kuralcı biri olduğunu o zaman anlayacaktım. Durumu anlattım. Efendim dedim “Beni İstanbul'a vermişsiniz. Ben Mersinliyim İstanbul'da yapamam” “Yaparsın yaparsın hem de çok güzel yaparsın ve gidersin.” Dedi. “Müdür bey yapamam” dedim “Eğer çok ısrar ederseniz ayrılırım ne Burada kalırım nerede İstanbul'da giderim. Benim idealim ve amacım Matematik öğretmeni olmak bunu olmayacaksam buralarda durmam.” Dedim. Bana aynen şöyle dedi “Ne istersen onu yap bu bizi ilgilendirmez, kararını ver ona göre bir an önce ne karar verdiysen onu yap” Evet bu söz aynı benim Mersin'de Cebir öğretmenimizin dediği gibi “Eşşek olma hemen dilekçeyi ver” Müdürün de söylediği hemen hemen aynıydı. Her iki sözde benim kaderimi değiştirecek sözler olduğunu sonradan anladım. O anda karar verdim evet ayrılacaktım. Artık Ankara'da yapılacak bir şey yoktu İstanbul'a gidip orada üniversite kayıtlarını takip edecektim. O zamanlar üniversite sınavları sonuçları puan gelir ve bu puana göre hangi fakülte puanı tutuyorsa gider o fakülteye kaydınızı yaptırırdınız Yani ilk başta fakülteler puanlı belirtir daha sonra öğrenci sayısına göre puanı düşürür ve sonra oraya gidip kaydınızı yaptırdınız. (Devam Edecek) | |||
Konu: Üniversite İmtihanına giriyorum / İsim: Mehmet Ali Hatay 27/06/21 03:30 | |||
BÖLÜM 5 Üniversite İmtihanına giriyorum Mayıs ayında eğitim enstitüleri imtihan oldu. Bu imtihanlara hem kendimizi denemek için hem de şayet üniversite imtihanında başarılı olamazsak hiç olmazsa ortaokul öğretmeni oluruz diye girdik. İmtihana girdim sınavdan 1 hafta sonra sonuçlar geldi Türkiye 17 cisi olmuştum bu bana büyük bir moral vermişti. Nihayet Haziran ayı geldi artık 8 aylık çalışmalarının sonucunu alacaktık. O gece gözüme uyku girmedi heyecandan uyuyamadım. Uyuyup kafamı ve bedenini dinlendirmem gerektiğini çok iyi biliyordum. Sabahleyin erkenden kalktık hazırlandık ve üniversite sınavına girmek üzere yola çıktık. Ben imtihanı Ankara Cebeci'de bulunan siyasal bilimler fakültesinde girecektim. Diğer arkadaşların çoğu da burada veya hemen karşıda bulunan hukuk fakültesinde girecekti. Sınav nispeten iyi geçmişti. Soruların birçoğuna yaptım fakat hepsinden önemlisi artık üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Stresleri endişeleri bir tarafa bırakmıştım çok rahatlamıştım. Okula döndüğümde kendimi çimenlerin üzerine attım. Kollarımı ve bacaklarımı her iki yan tarafa açarak gökyüzüne baktım Allah'a hamd ettim. Tabii ki o zamanlar Allah'a hamd ve şükür etmek için namaz kılınacağını bilmiyordum, Yalnız nasıl bir bilgi edinmişsem Mersin'deki şimdi ismini yeni öğrendiğim Şıh Muhammet Abbari Türbesine mum yakardım. Her sınıf geçmeden sonra bu türbeye gelir ve mum yakardım. Nedense bunu bir alışkanlık edinmiştim bu türbede gerçekten de bir evliya yatıyor mu yatmıyor mu bilmiyordum. Ama herkes gelir buraya mum yakardı. Yine o zamanlar böyle türbeye mum yakmanın doğru bir şey olmadığını daha sonra öğrendim. Kimden görmüştüm kim tavsiye etmişti hiç bilemeyeceğim. Bir iki gün sonra okul kapanacaktı bizde memleketlere dönecektik Bundan dolayı otogara gittim ve Mersin için bilet aldım. Bir akşam da bindim ve Mersin'e hareket ettim. Tabii Mersin'de annem babam ablam ve Nilgün’le hasret giderdik. Durumu aileme anlattım, imtihanı iyi geçtiğini söyledim tabii sevindiler. Fakat baktım annem biraz buruk. Çünkü oğluna kavuşmuştu ama şayet imtihanı kazanacak olursan gene bir ayrılık başlayacaktı. Ama ne yapalım ki yapacak bir şey yoktu. Artık Mersin'de imtihan sonucunun gelmesine bekleyeceğiz. Tabii gene Atatürk parkında ve Atatürk caddesinde finkler başladı. (Devam Edecek) | |||
Konu: Ankara’da günler geçiyor. Bölüm 4 / İsim: Mehmet Ali Hatay 18/06/21 15:45 | |||
Ankara’da günler geçiyor. Bölüm 4 Bazı zamanlar Akşamları okulun yakındaki mahalleleri geziyordum. Ama Ankara akşamları gezilecek gibi değil. O kadar kötü ki hiç tarif edemem. Çok müthiş bir hava kirliliği var akşam 19-20 den sonra şehir üzerine öyle bir sis çöküyor ki göz gözü görmüyor. 2 metre ilerisini görmek mümkün değil. İnsanın genzin yanıyor. Tabii o zamanlar doğal gaz yok herkes kömür yakıyor, egzoz dumanı falan derken dışarısı gezilecek gibi değil. Bunlar bizim Mersinde bilmediğimiz şeyler. Ankara’yı oldum olası sev(e)medim. Hava kirliliği bir tarafa binalar bile çok iyici. Çok değişik bir mimari. Zannediyorum Cumhuriyetin ilk döneminde Alman mühendis ve müteahhitler getirtilmiş soğuk, ruhsuz hepsi tek tip binalardı. Kara kalın duvarlı, estetikle bir alakası olmayan binalar. Hele bakanlıklar o kadar itici ki ”Sanki sakın benim içime girme, zaten bir işin varsa yapmayacağım” der gibi. Ben hem yürüyüş olsun diye hem de spor olsun değişik olsun diye genzim yansada gezi yapıyorum. Bu geziler sırasında yeni çıkan Orhan Gencebay'ın parçalarını söylüyorum ağzıma takılmış. Bir Teselli Ver ve Batsın bu dünya gibi. Ayrıca o sıra en çok söylediğim şiirlerin biriside Kemalettin Kamu’nun yazdığı ve Yıldırım Gürses’in okuduğu “Ben gurbette değilim Gurbet benim içimde” şarkısıydı. Gerçekten insan gurbette olduğunu anlıyor ama asıl Gurbetin insanın içinde oluğunun şuuruna varıyor. Bu şarkıların kıymetini insan gurbette olduğu zaman anlıyor. Gurbette daha içten söylüyorsun. İnsanın için kalbi titriyor, boğazına bir şey takışıyor yutkunmak istiyorsun yutkunamıyorsun. Orhan Gencebay'dan sonra Ferdi Tayfur çıktı Ferdi Tayfur'un da 1-2 parçasını ezberledim onları söyleyip duruyorum. Susadım çeşmeye varamadım gibi. Daha sonra Mersin'e gittiğimizde Nilgün de bu şarkılara merak sarmış. O Orhan Gencebay’cı oldu ben Ferdi Tayfur’cu. O iyidir bu iyidir diye çekişip duruyoruz. Neyse günler böyle geçti. ilk sömestr tatilinde Mersin'e gideceğim. Şubat ayında Ankara'da dayanılmayacak bir soğuk ve kar var. Bunlar bizim bilmediğimiz şeyler. O günlerde çok kar yağmış zannederim yarım metre kar vardı. Otobüsten Mersin için yer ayırttım. Ama daha sonra birkaç arkadaş kafama girdi. Bu havada otobüsle nasıl gideceksin trenle git dediler. Ben de tren yolculuğu zaten severim. Bu fikir aklıma yattı. Akıllı ben gittim otobüs biletini iptal ettirdim ve trenden bilet aldım. Neyse gitme günü gelince trene bindim. Fakat trenin böyle olduğunu hiç bilmiyordum. Kar zaten olmuş bir metre raylar gözükmüyor, tren bu gözükmeyen raylar üzerinde gidiyor ama nasıl gidiyor bilmiyorum. Ayrıca Kaloriferler yanmıyor soğuktan donduk. Tarsus'a yani Yenice istasyonuna inanmazsınız tam 20 saatte vardık. Yenice'den indim otobüse kendimi zor attım. Doğru Mersin'e gittim bu kaybettiğim zamana mı yanayım çektiğim çileye, cefaya mı yanayım bilemedim. Neyse anneme, ablama ve Nilgün'e kavuştuk hasret, özlem giderdik. Mersin'e giderken üniversite hazırlık kitaplarını da getirmiştim. Tatilde ders çalışırım diye. Çünkü zaman bizim için çok önemliydi. Bu kitaplardan birisi de meşhur “Büyük Dershane” test kitabıydı. Bu 2 ciltti her birinde belki 1000-1500 soru cevaplar vardı. Ayrıca açıklamalı bilgiler vardı yani üniversite sınavına girecekler için temel kitap. Bu iki cildi tek başıma alamamıştım bir cildini arkadaşım Alim Hayran aldı diğer cildinde ben aldım. Böylece bu kitap ciltlerini nöbetleşe çalıştık. O sırada 12 Mart muhtırası oldu. Sokağa çıkma yasağı falan vardı. Benim için de iyi oldu çünkü oturup ders çalışıyordum. Diğer zamanlarda Mersin'de, Mersin'in meşhur Atatürk Parkında Atatürk Caddesinde fink atıyorum ama sonunda Elbette tatil bitti tekrardan yolculuk gözüktü. Annemin, babamın. Ablamın ellerini Nilgün’ün gözlerinden yanaklarından öptüm, hayır dualarını aldım ve Ankara'ya ikinci sömestr için yola çıktım (Devam Edecek) | |||
Konu: Ankara’ya yerleşiyorum. (Bölüm 3) / İsim: Mehmet Ali Hatay 18/06/21 15:43 | |||
Ankara’ya yerleşiyorum. BÖLÜM 3 Yüksek öğretmen okulunu şu özelliği vardı Türkiye'nin her tarafından öğretmen okullarından çalışkan ve not ortalaması yüksek olan bir bakıma zeki olan öğrenciler Ankara Yüksek öğretmen okulunda toplanıyorlar ve bir sene boyunca yoğun bir çalışma temposu sonrasında üniversite sınavına giriyorlar. Sınava girdikten sonra puan durumuna göre bu öğrenciler Fen Fakültesi veyahut edebiyat Fakültesi'ne kayıt yaptırıyorlar. Böylece üniversiteli öğrenciler oluyorlar 4 sene sonra fen Fakültesinden mezun olanlar matematik fizik kimya lise öğretmeni oluyorlar. Edebiyat Fakültesinden mezun olanlar ise liselere edebiyat öğretmeni oluyor. Gündüz bu fakülteye giden öğrenciler akşam da etütlerde hem kendi dersine çalışıyor hem de öğretmenlik formasyonu dersi alıyor Böylece üniversite mezunu lise öğretmenleri çıkıyor. İşte bu bir seneye hazırlık dönemi deniyor. Bu bir sene çok yoğun geçeceği belli. İlk günden itibaren günde 14 saat ders çalışıyoruz Akşamları 2 saat etüt var geri kalan da 6-7 saat uyku Bunun haricinde başka hiçbir şey yapamıyoruz. Zaten yapmazsın çünkü bir gün ipin ucunu kaçırırsan bir daha da toparlamak çok zor, hatta imkansız. Bütün öğrenciler de bir azim bir çalışkanlık var. Çünkü hiç kimse tekrar geldiği öğretmen okuluna kös kös dönmek istemiyor. Yani mutlaka başaracaksın. Okulumuz çok güzel yatakhaneler, yemekhaneler, dershaneler, çok çok mükemmel. Amerika'daki okulların planına göre yapılmış galiba. Derslerin başladığı hafta 8-10 kızlı erkekli bir grup Anıtkabir'e gittik. Aslanlı yoldan geçip mozole denen yere geldik. Atamıza hürmetlerimizi sunduk. Bizde buradayız dedik. “Bak misafir geldik bize sahip çık” dedik. Tabii ki bizler önemsiz adam olduğumuz için Anıtkabir defterine bir şey yazdırmadılar. Yazdırsaydılar aynen şöyle yazacaktım. “Atan sen kalk ben yatan, cebine leblebi, kudama katam” Bu tekerleme bizim çocukluğumuzdan beri söylediğimiz bir tekerleme. “Kudama” kabuklu beyaz leblebi. Neye böyle söylerdik bilemem. Sadece Cumartesi ve Pazar günleri serbest gün. Bu günler içerisinde ben de Ankara'nın içine iniyorum. Mersin'den ayrılırken babam her hafta mektup yaz demişti ben ancak ayda bir mektup yazılabiliyorum. Cumartesi günü babamla telefonla konuşmak için Kızılay'da PTT'ye gidiyorum. Fakat burada telefon beklemek çok zor çünkü ancak 3 saatte sıra geliyor. Kabinler var bekliyorsun bekliyorsun 3 saat sonunda “Ali Hatay 3. Kabine” diye anons geliyor. Ancak öyle konuşabiliyoruz. O zaman cep telefonları nerede? PTT ye gelince hem babama mektup atıyorum hem de göndermiş olduğu para havalesini alıyorum. Ama 3 saat orada beklemek çok sıkıcı babama bunu anlatamadım çünkü zaten tatil gününde 5 saatlik bir dışarı çıkma süresi varsa bunun 3 saati PTT geçiyor. Yarım saati de Zafer Çarşısında kitaplara bakıyorum. Sonra yine de kendime göre Ankara'yı geziyorum. İlk önce çok merak ettiğin Ulus'taki Atatürk'ün ata binmiş heykelinin ziyaret etmek oldu. Ben heykellere oldum olası severdim Mersin'de fazla heykel yoktu. Halkevi önünde Atatürk'ün bir heykeli vardı onunda üzerine kuşlar iner çıkardı. Belediye ne yaptıysa bu kuşlara çare bulamadı. Sonunda ne yaparlarsa yapsınlar diye koyuverdi, kuşları kendi haline bıraktı. Kuşlarda koyuverdi, gerekeni yaptılar. İkinci heykel tren garının karşısında İsmet İnönü heykeliydi. Ama Ankara'da her taraf heykel Gez gez bitemez. Neyse Ulus'taki Zafer Anıtı denilen Atatürk’ün at üzerindeki heykele gittim. 1927 yılında Heinrich Krippel tarafından yapılan bu heykelde yıllardır merak ettiğim bir şeyi giderme fırsat buldum. Kendi kendime hep düşünürdüm acaba heykeltıraş bu atın çok affedersiniz testisini yapmış mıdır. Gittim inceledim Gerçekten atın testisini yapmıştı. Üstelik kavun büyüklüğünde 2 adet testis. Hatta öyle bir yapmış ki üzerlerinde damarlar bile belirgindi. Böylece merakım gitmiş oldu. (Devam edecek) | |||
Konu: Ankara Yüksek Öğretmen Okulu Bölüm 2 / İsim: Mehmet Ali Hatay 18/06/21 03:46 | |||
Bir iki gün sonra galiba cumartesi veya Pazar günü kendi başıma Ankara'yı gezeyim dedim önce Kızılay'daki Zafer pasajına gittim. Bu pasaj kitap pasajı olup yeni eski bütün kitaplar burada bulunurdu. Ders kitapları ve romanlar hikayeler hep buradaydı. Kitaplara çok düşkün olduğum için Bundan sonra her pazar buraya uğruyordum. Bizim Cebir dersine gelecek olan öğretmenin bir kitabını gördüm ve aldım niyetim dersler başlamadan önce konulara biraz gözden geçirmekti. Çok merak ettiğim Çubuk Barajı'na gittim. Çok güzel bir yerdi. İlk defa böyle güzel bir parkta bulunuyordum. Cebir kitabına şöyle bir göz gezdireyim dedim moralim o kadar bozuldu ki okuduklarımı tek bir cümlesini anlamadım. Halbuki öğretmen okulunda benim cebir ders notoum 9-10 dan aşağı düşmezdi. Durum böyle olursa ben nasıl okurum nasıl başarılı olurum diye kendi kendimi yedim. Bayağı bir moralim bozuldu. Bizim bu Okulun bir özelliği şuydu bir sene içerisinde lise 1 2 3 Cebir geometri fizik kimya gibi dersler öğretilecek yani sadece Lise 3 değil bütün lise müfredatı okutulacak. Tamamda biz nasıl okuyacağız. 1 senede 3 senelik ders okunur mu? Ayrıca İngilizcede var. İngilizcede bizim için bir problem. Çünkü öğretmen okulda İngilizce dersin yoktu. O zamanlar bu ders yok diye çok sevinirdik. Şimdi niye o zaman okumadık diye çok üzüldüm. Bizim İngilizce ortaokuldaki Mr. ve Miss.Brown İngilizcesiydi, Ortaokulda 3 sene bize İngilizcenin dil kurallarını öğretmişlerdi birde Mr ve Miss Brown. Ne cümleleri anlıyorduk ne konuşabiliyorduk. Ama burada bize İngilizceyi sevdiren çok sempatik çok çalışkan ismi Pınar olan bayan öğretmen vardı. Bize özel İngilizce konuşma dilini öğretti. Bu öğretmene çok şey borçluyuz. Daha sonra bekar olan bu öğretmenim vefat ettiğini büyük bir üzüntü ile öğrendim Allah rahmet eylesin. Diğer öğretmenleriniz ise çok değerli öğretmenlerdi. Fizik, kimya, cebir, geometri öğretmenlere hepsi emeklileri gelmiş geçmiş, sadece öğrenci yetiştirmek amacı ile öğretmenlik yapan kimselerdi. Hepsi istisnasız ders kitapları yazmış öğretmenlerdi. Ayrıca çok iyi ve çok anlayışlı kimselerdi. Sadece konularında uzman değil pedagojiye hakim kimselerdi. (Devam Edecek) | |||
Konu: Ankara’ya Yolculuk (1. Bölüm) / İsim: Mehmet ALi Hatay 18/06/21 03:40 | |||
Ankara'dan döndükten 15 gün sonra sınavın sonucu gelmişti. Evet, yüksek Öğretmen Okulu sınavına kazanmıştım ve 1971 öğretim yılını Ankara'da okuyacaktım. Yani yıl 1971, yaşım 19. Sınavı kazandığıma elbette çok sevinmiştim. Ama acaba başarabilir miyim diye hala içerimde bir burukluk var. Neyse bu habere evdekilerin hepsi çok sevindi. Hemen hazırlıklara başlandı ilk önce bana orta boy bir valiz alındı. Her birinden 2'şer adet olmak üzere iç çamaşırı, çorap gömlek, takım elbisesi alındı. Bunlara çok sevinmiştim kendime artık yetişkin bir adam gibi görüyordum. Bu kadar masrafı babamın nasıl karşıladığını merakta ediyordum. Acaba ceketini satmış mıydı? Sattığı ceket bu kadar masrafı karşılamış mıydı? Elbette babam bir çaresini bulmuştu. Sonunda Ankara yolu gözüktü. Bir gün eşyalar hazırlandı, annemin yaptığı börekler çörekler poşettendi. Annemin gözyaşları içerisinde şehirlerarası otobüslerin kalktığı Atalay garajına geldik, O sırada ablam var mıydı yoksa görevde miydi, hatırlamıyorum. Mersin'de o sıralar otogar yoktu. Bütün arabalar Atalay garajından kalkardı otobüsler Magirus dediğimiz burunlu otobüslerdi. Yolcuların eşyaları otobüsün üzerine alınırdı muavin yukarı çıkar aşağıdaki bütün Valizleri eşyaları otobüsün üstüne yerleştirir en sonda yağmurdan korunmak için bir branda ile kapatırdı. Bu otobüslerde altta bagaj yoktu. Otobüsün üstü eşyalardan dolayı dengesi bozlur ve çok defa devrilir ve can kaybına neden olurdu. Mersin-Ankara arası 500 kilometre. Bu mesafeye Magirus otobüsleri 12 saatte alırdı. Yolcu etmeye gelen babamın ve annemin ellerinden Nilgün yanaklarından öptüm, hayır dualarını aldım. Böylece Ankara'ya Yolculuk başladı. O zaman yollar çok dar idi Hatta Gülek Boğazı'nda 2 otobüs geçemez birbirlerine yol vermek mecburiyetinde kalırlardı. Bizim otobüs de zaten rampaları çekmez ah puf ederek ilerlerdi. Akşam 18'de bindiğim otobüs Ankara'ya 7.00 gibi varmıştı. İlk yapacağım şey kendime kalacak bir yer ayarlamak da Ankara'da Ulus'a bir otele gittim. Giriş yaptırdıktan sonra bavulumu koydum. Daha sonra Bahçelievler Beşevler Yüksek öğretmen okuluna belediye otobüsü ile gittim. Otobüste Ankara'nın meşhur yerlerini hayranlıkla izliyordum. Mesela Ulus'taki heykel, Ulus, Kızılay arasındaki devlet daireleri, bakanlıklar, Ziraat Bankası hepsini gördüm. Okula geldiğimde bahçede En aşağı 300 kişi vardı Hepsi kayıt için gelmişti Ben de kaydımı yaptırdım. Birkaç arkadaşla konuştum otelde kalmaya gerek yokmuş. Okulumuz yatılı olduğu için zaten kaydımızı yapınca hemen gidip yatakhaneye yerleşiyormuşuz. Bunu duyunca hemen otele geri döndüm Bavulumu aldım oteldeki görevli de öyle bir şey olmayacağını söyledi. Çünkü giriş yapmıştım. Neyse zannediyorum yarı fiyatını verdim, oradan kurtuldum. Sonra doğrudan okula gittim yatakhaneye geçtim, yatacağım yeri ve yatağı dolabı ayarladık. Çünkü bunlar yatılı okulda çok önemli. Mersinden biliyorum. Daha sonra sınıfımıza gittim, orada yeni arkadaşlarla tanıştık. Türkiye'nin çeşitli öğretmen okullarında gelen bu arkadaşlar çok iyi ve samimi arkadaşlardı. Hepsi ile hemen kaynaştık bilhassa şimdi Doktor olan Alim Hayran ve Mersin'den beraber gelen doktor Yakup Cahit Üre ile çok samimi olduk. Artık bu iki arkadaşla birlikte sınıfta yemekhanede ve teneffüslerde beraberdik. | |||
Konu: Çay bardağını kim karıştırdı. / İsim: Mehmet Ali Hatay 04/06/21 03:48 | |||
Rahmetli annemden kalan bir süs eşyası vardı. Nereden, nasıl aldı hiç bilmiyorum. Fakat bildim bileli Mersin'deki misafir odasında masanın üzerinde bir süs eşyası olarak dururdu. Annem de bunu çok severdi. Görünüşte gerçekten bir çay bardağı ve içinde çay varmış gibi duran aslında içinde jöle ve kaşığı olan bir bardak. Neyse bir gün annem bakıyor bu çay bardağın içindeki jöle karıştırılmış ve jöle deforme olmuş. Görüntüsü bozulmuş. Tabii Annem buna çok üzüldü. Kimin yaptığını bilmiyordu. O sıralar Biz bütün kardeşler dışarıda olduğumuz için bizim yapmamızın imkanı yok. Annemin tahmini eve gelen bir misafirini bunu çay zannederek karıştırmış olması. Bu çay bardağı süs eşyasını bozulmasına çok üzüldü ve aynen şöyle dedi "Eşşek herif çay zannetmiş karıştırmış" Zannediyorum karıştıran bir erkek olduğunu zannetti onun için herif dedi. Sma o kızgınlıkla söylediği sözü hala unutamıyorum. Eşeğin Üzerine basa basa" Eşşek" demesi çok güzeldi. Mersin'e gittiğimde Bu çay bardağını annemden bir hatıra olarak aldım. Allah rahmet eylesin | |||
Konu: Sinav için Ankara'ya gidiyorum / İsim: Mehmet Ali Hatay 02/06/21 12:17 | |||
Mersin öğretmen okulunda 2. sınıftayız. Yıl 1970. Derse yılı bitmek üzere. Bu sıra Ankara Yüksek Öğretmen okuluna gidecek öğrenciler tespit edilecek. İsimler öğretmen kuruluna verilmiş. Bu öğrencilerin not ortalaması belli bir seviyeden yukarıda olmalıydı. Ayrıca bizim bilemediğimiz bazı kriterler de vardı zannediyorum. Benim not ortalamam yüksekti. Çünkü nedense öğretmen okulunda çok çalışıyor ve yüksek notlar alıyordum. Herhalde ortaokuldaki tembelliğimin acısını çıkaracaktım. Yoksa öğretmen okuluna giren zaten eninde sonunda mezun olup öğretmen olacak. Çok çalışmaya gerek yoktu. Ama kader beni hazırlıyormuş. Öğretmenler kurulunun beni seçip seçemeyecekleri hakkında şüphelerim vardı. Fakat öğretmen okulunda benim bir ayrılacağım vardı. Bütün öğretmenler beni severdi. Daha önce ablam Nuran, eniştem Mustafa Duru ve halamın oğlu Şerif Abi bu okulda okumuştular ve iyi intibalar bırakmışlardı. Ayrıca öğretmen kökenli ailelerden gelmeniz bana büyük avantaj sağlıyordu. Bir gün bir bildir aldık Ankara Yüksek Öğretmen Okuluna gitmek isteyen öğrencilerin dilekçe vermesi istendi. Ben hâlâ tereddütteyim acaba kurul beni seçecek mi veyahut Ankara'ya gittiğimde başarılı olabilecek miyim ve en önemlisi de babamın maddi durumu. Acaba Babam beni Ankara’ya gönderebilecek mi? Bu düşünceler içerisinde bocaladım kaldım bir fikir almak için matematik öğretmenimiz Yalçın Ertaşcı hocama danışayım dedim. Yalçın Bey'e durumu anlattım. Beni dinledikten sonra aynen şöyle dedi “Eşşeklik etme hemen dilekçeni yaz” Üstelik eşek kelimesini iki ş li söylemişti. Yani buna şeddeli eşek denir. Bu ikaz benim hayatımı nasıl değiştireceğini o zaman anlamamıştım. Evet dilekçe yazarsam kurul büyük ihtimalle beni Ankara'ya gönderecek Ankara gibi bir büyük şehirde ne yaparım? Nasıl çalışırım. Mersinde işler kolay. Çalış sınıfı geç. Ama Ankara da Türkiye'nin her tarafından gelen seçme öğrenciler var. Bunlar arasında ben ne yaparım. Diğer konu babam ne diyecek. Konuyu babamı açtım babam da sanki böyle bir şey bekliyormuş gibi “Oğlum senin Ankara'ya gitmene çok memnun olurum. Gerekirse ceketimi satar, lağımlarda çalışırım yine seni okuturum” dedi. Babamın ceket satma işi çok meşhurdu. Daha önceki anımda anlatmıştım. Bu nasıl bir ceket ki satınca hemen küçük çocuklara süt bulunuyor, oğlunu okutuyor, evini geçindiriyor. Gerçekten ceketini satsa ne kadar edeceğini bilmiyorum. Bir çocuğu okutacak kadar eder miydi? bilemem. Galiba ederdi. Çünkü bizle için o ceket çok önemli. Ablamı okutmak için tayin isteyen babam, daha çok fedakarlık yapıp beni de okutacaktı. Babamdan olur aldıktan sonra elbette Anneme de danıştım annem biraz isteksizdi. Çünkü ne de olsa oğlundan, yavrusundan ayrılacaktı. Zaten beni öğretmen okuluna yatılı göndermeye hiç razı olmamıştı. Öğretmen okuluna başladığında daha ilk haftasından ağlamalara başlamıştı. Resimlerime bakıp onlarla konuşuyormuş Bunları hep bana Nilgün anlatıyordu. Annemin çocuklar üzerinde işte öyle bir sevgisi vardı. Her anne çocuklarına düşkündü ama annem daha bir başkaydı. Mesela Ablama çok severdi kendi kendine dermiş ki “Kızımdan ayrı kalmamak için Mersin'in dışında hiç kimseyle evlendirmem. Yeter ki benden uzağa gitmesin” Gülnarlı olan eniştem Mustafa'ya verirken bile çok sıkıntı çekti. Verdi ama oldum olası Gülnar'ı sevemedi. Ama çok şükür damadını severdi. Kaderin bir sonucu Mersin'in dışarısına vermeyecek olan ablam Alınmayanlara gitti. Büyük ihtimalle Onun da resmine bakıp bakıp ağlardı. Tek tesellisi Nilgün'dü. Ama Nilgün de Üniversiteyi kazanıp İstanbul'a gidince iyiden iyiye yalnız kalan annem nasıl bir haleti ruhiye içerisinde ağladığını ve resimlerimiz de konuştuğunu şu anda gözümün önünde. Sonunda Elbette annemde Ankara'ya gitmeme razı oldu. Yeni ders dönemi başlamadan önce öğretmen kurulu okuldan 5 kişiyi seçti. Bunlardan birisi de bendim. Ama seçme yeterli değildi. Çünkü Ankara Yüksel Öğretmen Okulu için imtihanları vardı Bu imtihanı kazanmak gerekirdi. Benim hâlâ içimde bir tereddüt var. Kendi kendime dedim ki gideyim imtihana gireyim kazanırsam duruma bakarım kazanamasam zaten bir kaybım olmaz. Çok da gitmeye hevesi değilim. Türkiye Cumhuriyeti Başkentini görür gelirim. 1971 yılının başında imtihana girmek üzere Babam beni Ankara'ya yolcu etti. Daha önce Adana, Antalya gibi büyük şehirleri görmüştüm ama Ankara'yı ilk defa görecektim içimde bir korku vardı sanki ben Ankara'nın içinde kendimi kaybederim diye düşünüyordum. Ankara'ya otogara indiğim zaman. Beni halamın oğlu İhsan Abi karşıladı. Nasıl haberini almış bilemeyeceğim. Ama galiba babam ayarlamıştı. O sıra Ankara'da Kara Kuvvetlerinde hangi birlik olduğunu unuttuğum bir yerde. Şoför olarak askerlik yapıyordu. Üstelik şoförlerin de çavuşuydu Beni aldı kendi karargahına götürdü. Karargahı, arabaları, koğuşları gezdirdi. Ankara'da birisinin bana sahip çıkmasına üstelik bunun halamın oğlu gibi bir akrabam olması beni çok sevindirmişti. Halamın Oğlu İhsan abiyi 2 şeyden dolayı çok severdim. Birincisi bana bisiklete binmeyi öğretmiştir. İkincisi Beni Ankara da karşılaması. Ayrıca o zamanlar sülalenin en dindar birisiydi. Lakabı “Hoca” ydı Yalnız hoca denmesinin bir nedeni de dolmayı affedersinin kıçından ayni dibinden yemeye başlaması. Hocalar böyle yaparmış. Dolmanın en lezzetli ve yağının toplandığı yer burasıymış. İhsan abi Ankara beni askeri araçla panoramik olarak gezdirdi. Benim gözlerim faltaşı, ağzım bir karış açık Ankara'yı seyrettim. Böyle büyük bir şehir olamaz diyordum. Elbette burası ne de olsa cumhuriyetin baş şehri idi. Ama o zamanlar İstanbul'u görmediğim için böyle bir hisse kapılmışım İlerde İstanbul'u görünce Ankara hakkımdaki düşüncelerim değişti. İhsan abi beni Dışkapı’daki bir otele yerleştirdi. Otelde zaten bir akşam kalacaktın Ertesi gün de sınav vardı ilk defa bir otelde tek başıma kalıyordum. Korkmadım değil. Gezmeye için dışarı korka korka otelin çevresine dolaşıyordum. Gece gözüme uyku girmedi sabaha kadar ne olacak ne bitecek diye kendi kendimi yedim. Ama sonunda iş olacağına varır diye sabaha karşı uyumuşum. Sabahleyin kalktım belediye otobüsü ile Bahçelievler semti Beşevlerdeli Yüksek Öğretmen Okuluna gittim. Okul gayet güzeldi. Türkiye'nin çeşitli yerlerinden seçme olarak gelen öğrenciler vardı. Hep birlikte sınava girdik Ben böyle bir ortamda sınavı kazanabilecek mi hiç tahmin etmiyordum. Sınav yazılıydı. Sorular zordu bir şeyler yaptım çıktım. Çok da ümidim yoktu ama artık ne olacaksa olur dedim. Kazanamazsam Ankara anılarımda kalır dedim. Akşam da otobüse binip Mersin'e döndüm. Babam beni otogarda karşıladı sarıldı öptü sınav nasıl geçti dedi Ben de Ümitsiz ümitsiz “İyi” dedim. Artık Ankara'dan gelecek olan sınavın sonucunu bekleyeceğiz. | |||
Konu: Babamla Adana yolculuğu / İsim: Mehmet Ali Hatay 02/06/21 12:16 | |||
Yaşım 7 veya 8 Babamın bir nedenle Adana'ya gitmesi gerekti. Zannederim bir tayin işi olması lazımdı. Çünkü Adana'ya gidip geldikten sonra tayini çıktı Adana'da da PTT'nin Genel Müdürlüğü var büyük ihtimalle onun için gitmesi gerekti. Giderken de seni de götüreyim mi? dedi. Benim için bulunmaz bir fırsat. Biliyorsunuz gezmeye yeni yerleri görmeyi çok severim. Elbette kabul edecektim. Annem de buna olur verdi. Hemen yola çıktık. Önce Antakya'ya Oradan da otobüsle Adana'ya gittik. Adana'da şimdi neler oldu pek hatırlamıyorum ama sonuçta babam işini bitirdi ve geri dönüş için hazırlandık. Nasıl oldu bilmiyorum babamın aklına gelmiş trende dönüyoruz dedi. Buna daha çok sevindim Çünkü ilk defa trene binecektim Trenle seyahati oldum olası çok severim. Adana'da istasyondan trene bindik İskenderun'a kadar trenle geldik Bu yolculuğumuzu hiç unutamıyorum. Sağ tarafımız deniz sol tarafımız ise portakal ve limon Bahçeleri ile olan bir manzara eşliğinde İskenderun'a vardık. İskenderun'da biraz sahilde falan gezdik Yine ne olduğunu anlamadım babamın tanıdığı bir saatçi dükkanı vardı. Oraya uğradık ben o sırada yerde ve atılmış artık işe yaramayan bir çok bölmeli kutu buldum. Çok hoşuma gitmişti aldım sakladım. Babam bir şey demesin diye. Ama babamın gözünden kaçar mı? Kutuyu yakaladı ve böyle bir şey yapmamam konusunda sıkı tembih etti. Bunun hırsızlık olabileceğini söyledi Gerçi hırsızlık değildi ama yine de bu tembihler benim kafama çakıldı. İskenderun'dan Antakya'ya geçtik ama saat geç olmuştu. Zannediyorum saat gece 24 ü geçmişti o saatte Altınözü'ne ne otobüs nede bir araba bulmak mümkün değildi. Özel bir taksi tutulsa O da çok pahalıya gelirdi. Gidip otelde veya da başka bir yerde yatmaktan ziyade başka çözüm bulmak lazımdı. Sonunda babam bir çare buldu. Antakya'nın eski garajın olduğu yerde bir motosiklet görmüş. Java motosiklet. Motorcu ile anlaşmış. İki kişide Altınözü tarafına gidecekmiş. Motorcu bu yolculara bizi de dahil etti. İki kişi motorcunun arkasına bindi. Daha sonra ben bindim en sona da babam bindi 5 kişi bir motora nasıl sığdı bir türlü anlayamadım. Ama Altınözü'ne gelince babam açıklama yaptı. Rahmetli Antakya'dan Altınözü'ne gelinceye kadar affedersiniz kıçı havada gelmiş. Kıçı her kesitse her düzlükte zıplayıp duruyormuş. Poposunda da bayağı bir üşüme olmuş, soğuk kapmış bir iki gün bunun acısını çekti. Neyse eve geldik Annem bizi görünce çok sevindi. O ve ablam merakla bekliyormuş. Nilgün o zamanlar 1 veya 2 yaşında. Böylece Adana-İskenderun ve motosiklet maceramız bitmiş oldu. Allah rahmet etsin. | |||
Konu: Karadeniz fıkraları Nasıl oluyor da oluyor / İsim: Mehmet Ali Hatay 27/05/21 09:00 | |||
Galiba 1982-83 yıllarıydı Emine Sultan Abdullah ve Zeyneb’le Rize'ye ziyarete gitmiştik. Henüz Taha'mız doğmamıştı. Bu ziyaret sırasında İyidere Denizgören köyünde Hasan enişte ve Necmiye Ablanın misafir olduk. O sıra namaza henüz yeni başlamışım, ve her namazı camide kılmak gibi bir alışkanlık edinmiştim. Köyde ikindi ezan okundu ben de hemen camiye koştum. Camiye geldiğimde baktım hiç kimse yok. İmam da ezanı okumuş kaçmış gitmiş. Biraz içeride bekleyeyim de belki cemaat gelir dedim. Geçtim içeride oturuyorum. Bekledim bekledim ne gelen var ne giden var. Sadece 1 kişi geldi arkamda oturdu. O da bekliyor. Ben artık zaman geçsin diye sağa sola bakınıyorum. O sıra Kur'an-ı Kerim'i daha yeni yeni öğreniyorum. Alıştırma olsun diye kubbedeki yazıları gördüm ve ayetleri okumaya çalışıyorum. Birdenbire arkamdaki adam “Kalk namazı kıldır” dedi Ben de “Namaz kıldırmayı bilmiyorum” dedim. Adam “Peki bilmiyorsun da yazıları niye okuyorsun” dedi. Tam bir Karadeniz fıkrası. Karadenizli'nin mantığı çok hoşuma gitti Doğru namaz kıldıramıyorsam niye yazıları okuyorum. Karadeniz fıkraları öyle uydurulmuş şeyler değil. Gerçekten yaşanmış olaylar olduğunu böylece anladım | |||
Konu: Mersin'e Göç Ediyoruz. (1) / İsim: Mehmet Ali Hatay 05/05/21 14:19 | |||
Mersine Göç Ediyoruz. Yıl 1960 ve 1961. Ablam 10 yaşında ben 8 yaşındayım ve Nilgün de 2 yaşında. Bulunduğumuz yer Hatay'ın Altınözü kazası. Burası benim ve Nilgün’ün doğduğu yer. O yıllar Altınözü’nde elektrik yok, yollar yok. Antakya merkeze 20 kilometre de bulunan bu ilçede neden elektrik olmaz neden yollar yapılmaz bilmem. Aydınlanmak için gaz lambası kullandırdık. Bahçeye ve dışarı gidileceği zaman denizci fenerini alırdık. Daha sonra lüks çıktı. Lüks gene gazla çalışıyor, bir gömleği var. Buhar haline gelen gaz buna gömleğe gelince ve gaz lambasından en fazla 3-4 kat fazla ışık veriyor. İsminin Lüks olması nedeni de herkesin evinde olmaması yani lüks. Bunu kullanmak lüks. Bu sene ablam ilkokulu bitirdi. İlçede sadece bir tane ilkokul var o da Sarılar köyünde Sarılar köyü Bir Hıristiyan köyü ve ilçenin merkezine bayağı bir uzak. Daha sonra burayı bir ziyaret edelim dedim de o çocuk bacaklarımızla o kadar yolu nasıl yürümüşüz hayret ettim. Ablam İlkokulu bitirince haliyle ortaokula gitmesi lazım. Çünkü babam onu ve bize okutmak istiyor Babam çocuklarını okutmak hususunda çok hassastı. Fakat ilçeden ayrılmak da kolay değil. Çünkü bu yepyeni bir hayata başlamak demek. Söylemesi ayıp ama o zaman babamı kumara alıştırmışlar. Gerçi kahvesine ve çayına oynuyorlarmış. Ama ne de olsa çocukların rızkı gidiyor. Annem buna çok üzülürdü. Hatta kapıyı kitlermiş ama babam pencereden kaçarmış, sabaha doğru gene pencereden girermiş. Ev sahibimiz Şahap amca da kumar bağımlısıydı. Ama o çak oynardı. Sabah geç gelir ve kapıda Karısı Emine Ablaya kapıyı açması için “Ulek Emine iftah, İftah ulek Emine” (Yani Ulan Emine Kapıyı aç) diye seslenirdi. Türkçe bilmeyen Emine ablada inadına açmazı. Şahap amca nereye giderdi bilmem. Neyse demek ki annem babam karar göç etmeye karar vermişler. Babam postacı olduğu için tayin isteği olarak Antakya Adana ve Mersin yazmış her nasılsa tayin Mersin'e geldi. Hâlbuki Mersin'de ne bir tanıdık var ne bir akraba var ama kader böyle yazmış. Şimdi düşünüyorumda bizim için en iyisi Mersin’miş. O sene 27 Mayıs İhtilali oldu. Asker idareye el koymuştu. İhtilali hayal meyal hatırlıyorum. Askerler yolları kesmiş ve kimlik kontrolleri yapıyorlardı. Neyse bir kamyon tutuldu ve Mersin'e göçtük. Mersin'de Babam daha önce gelmiş keşif yapmış ve Saniye teyzenin evini kiralamıştı. Daha doğrusu kaynanasının eviydi. Bu ev tümden ahşaptı. Bir kapıdan giriyorsunuz içerideki avluya açılan 3 veya 4 ev hanesi vardı. Bizim ev İkinci katta olduğu için biz çok memnunduk. Çünkü biz ve annem üst katlarda oturmayı severdik. Yalnız bir mahsuru vardı Ev Silifke Caddesi üzerinde olduğu için ve yol kaldırım taşlı olduğu için her kamyon otobüs geçtiğinde ev zangır zangır titredi. Ablamın kaydını Tevfik Sırrı Gür lisesi orta kısmına, benim kaydım da Gazi Paşa ilkokuluna yapıldı. Nilgün henüz okula gitmiyor. Gazipaşa İlkokulu da İleri İlkokulunda Öğretim görüyordu. Daha sonra bizim evimize yakın geleceği için kaydı buraya yapılmıştı. Zamanla Mersin'e alıştık yerleştik arkadaşlar edindik büyük şehirde olmanın ne kadar iyi şey olduğunu anladık. Aradan bir müddet geçtikten sonra neler oldu bilmiyorum ama zannediyorum annem ve babam Fuat dayımları da Mersin'e gelmeye ikna etmişler. Fuat dayım şofördü, nasıl olmuşsa Antakya gibi bir yerde iş bulamamış ve Mersin'e geleceklerdi. Nitekim geldiler de o zaman Nilüfer ve Olcay bebek. Mahmut henüz doğmuş mu bilmiyorum. Onlar da geldiler, bizde iki üç ay kaldılar zaten biz 5 nüfusuz 4 nüfus daha eklenince 9 kişi oldu. Babam zar zor geçindiriyor. Bu 9 nüfusa nasıl baktı bilemiyorum. Bu ara halamlarda mersine geldiler. Antakya’daki o güzelim müstakil bahçeli ev satmışlar. Mersine taşındılar. Nazım eniştede iş bulamadı. Sattıkları evin parasını 4-5 ayda yediler bitirdiler. 7 nüfusa ne dayanır ki? Dayım 2-3 ay iş aradı, ama bulamadı. Babam çok misafirperverdi. Hiçbir gün yakındığını görmedik duymadık. Evin bir eksiğin de bırakmazdı. Bir gün annem “Nilüfer ve Olcay henüz bebekler süt içiyorlar onlara süt lazım” demiş. O kadar masraf içerisinde babamın nasıl süt getireceğini merak etmiştik. Neyse akşam baktık elinde iki şişe süt ile geldi. Tabi buna Annem dayım bizler sevmiştik. Ama babamın sütleri nasıl aldığı bir muammaydı. O sıra Annemin bir şey dikkatini çekmiş bakmış babam gömlekli. “Bu soğuk havada sen neden gömlekle dolaşıyorsun, ceketin nerede?” diye sormuş babam geçiştirmeye çalışmış ama annem anlamış meğersem babam ceketini satmış. Babamın Bu ceket satma hikayeleri çoktur. Bir şey olduğu zaman gider hemen ceketini satardı. Hemen nasıl satardı, emanetçiye mi verirdi bilmem. O sıralar çok tanıdığı olmadığı içinde galiba borç ta almazdı. Diğer bir sözü de çocuklarımı okuturum gerekirse lağımda, kanalizasyonda çalışırım derdi. Bunla ilgili başka bir hatıra daha var onda İnşallah ileride yazarım. | |||